Azap – Türkân Şoray (1973)

azap“Adını ben verdim, ömrünü Allah versin. Ver ilacını, diyiver öğütlerini bir bir yapayım. İyileşsin oğlum, hadi yürütüver, konuşturuver”

Hasta çocuğunu tedavi için İstanbul’a getiren köylü bir kadının hikâyesi.

Türkân Şoray’ın yönetmenlik kariyerindeki bu ikinci çalışması, Yeşilçam melodramlarının izinden giden, içeriği ve yönetmenliği ile bu melodramlardan farklılaşmaya çalışan ama bunu arzu ettiği kadar başaramamış görünen bir film. Safa Önal’ın “edebî” ve zaman zaman bir Yunan trajedisine yakışacak cümlelerle dolu senaryosunun her zamanki etkisini yaratamamış göründüğü film, kusurlarına rağmen yine de görülmeyi hak ediyor: Takdiri hak eden bir farklı olma çabası, Şoray’ın kimi sahnelerdeki performansı, onun 1970 başlarının İstanbul’da sırtında hasta çocuğu ile gezinirken yakalanan görüntüler ve yoksulluk ve eşitsizlik üzerine dertleri filmi ilginç kılmaya yetiyor çoğunlukla.

Kocası tek çocuklarını göremeden ölen köylü bir kadının “koca İstanbul”da hasta çocuğu ile birlikte çektikleri azabın hikâyesi bize anlatılan. Sağlıklı doğan ama anne karnında iken yaşadığı bir travma nedeni ile sonradan konuşma ve yürüme yeteneğini yitiren çocuğunu sırtına alıp İstanbul’a doktora getiren kadının hikâyesi iç burkan bir içeriğe sahip ve Safa Önal’ın senaryosu ile Şoray’ın oyunu da zaman zaman trajedilere yakışan biçimi ile bu iç burkma özelliğini artırıyor. Hasta bir çocuk ve bir iki kişi hariç tümü ile kötü veya en hafif deyimi ile umursamaz bireylerin kadına yaşattığı cehennem azabı özellikle “anne”leri epey etkileyecektir kuşkusuz. Ne var ki senaryonun kimi problemleri bu etki gücünü sinema açısından hassas seyirciler için azaltıyor. Önal’ın senaryosunun birinci problemi baş karakterinin “hayatında ilk kez büyük şehir gören köylü kadın” temasını tutarlı ve filmin kronolojik akışına uygun şekilde oluşturamamış olması. Kadın şehirde bir rahat hareket ediyor, bir panik atağa kapılıyor örneğin. Sanki bu tema unutuluyor ve bir trajik etki yaratılmak istendiğinde akla geliyor ve yeniden kullanılıyor gibi bir görüntü var filmde. Önal’ın o yüreğe dokunan edebî cümleleri de bu kez yerli yerinde kullanılmamış gibi senaryoda ve zaman zaman da zorlama görünüyor açıkçası. Hikâyesi zaten yeterince/fazlası ile trajik olan bir filmde bu tür cümleler daha özenle ve ekonomik kullanılmalıydı senaryoda kesinlikle. Önal’ın hikâyesinin ortalama bir film süresine yetmediği ve bu nedenle uzatıldığı da dikkat çekiyor. Örneğin geriye dönüşle gösterilen köy sahneleri hikâyeye hiçbir şey katmamış süreyi uzatmak dışında.

Türkân Şoray’ın kendisini karakterine tamamen verdiğini her anında hissettiğiniz bir performansı var filmde. Çocuğu ile konuştuğu, doktorlardan ve etrafından yardım beklediği veya etrafını sarmış görünen şeytanî kötülüklerle mücadele ettiği sahnelerde kendini kaptırmış giden bir performansı var. Bu anlamda bir parça dozu kaçmış gibi görünüyor oyunculuğunun çünkü tıpkı senaryonun trajedinin altını sürekli ve ihtiyacı olmayan bir şekilde vurgulaması gibi, Şoray’ın oyunu da benzer şekilde bazı anlarda “fazla büyük” görünüyor. Yine de karşımızdaki Türkân Şoray ve ne yapsa yakışıyor kendisine ve çektiği azaba seyirciyi de ortak etmesini başarıyor. Yönetmenliğinde ise bir ikilem içinde kalmış gibi Şoray: Kendisinin de oyuncu olarak pek çok örneğinde yer aldığı Yeşilçam melodramlarını sıkı sıkıya takip eden bir senaryoyu alışılagelen şekilde perdeye aktarmış ama bir yandan da farklı olmaya çalışmış. Örneğin Şoray gibi ünlü bir oyuncu ile İstanbul’un kalabalığında dış sahne çekmek epey zor ama işte bu zor işe soyunmuş sanatçı ve “kaçınılmaz” kimi kazalara (“Türkân Şoray’a bakanlar” gibi) rağmen altından kalkmış bu işin. Sanatçının kamera kullanımı da Yeşilçam’ın klasik ve garantili anlayışından uzaklaşıyor zaman zaman ve hareketleniyor, karakterlerin etrafında dönüyor hatta ve arada sallantılı ve titremeli çekimleri bile deniyor. İstanbul’dan yoksulluk manzaraları da getiriyor karşımıza Şoray’ın kamerası hastane koridorlarlarında ve sokaklarda gezinirken. Bunu da filme “bir süs olsun” diye değil, gerçekten halktan resimler almak için yaptığını ve bu konudaki samimiyetini her anında hissediyorsunuz bu sahnelerin.

Hastane odalarında sigara içildiği, eski Galata köprüsünün yerinde durduğu, İstanbul’da üzerinde henüz “rezidans” inşa edilmemiş alanların var olduğu yıllarda geçen filmde kadını manevi ve maddi olarak sürekli sömüren bir şehir manzarası çiziliyor bize ve finaldeki “benden aldığını geri vereceksin” sahnesi (tam Safa Önal’dan beklenen ve filme de çok yakışan bir sahne bu) ile azabı çektiren tüm bir düzene, bu düzenin zengin temsilcisi üzerinden isyan ediliyor, bireysel olarak da olsa. Evet, tam bir azap hikâyesi bu ve yukarıda sıralamaya çalıştığım tüm kusurlarına rağmen ilgiyi hak ediyor. Son ve eğlenceli bir not olarak bir kurgu hatasını da anmadan geçmeyelim. Filmin yaklaşık 47. Dakikasında, Şoray yönetmen olarak oyuncusunu seyrederken bir karakterin arkasında çok kısa bir süre görünüp kayboluyor!

Sinemam ve Ben – Türkân Şoray

Türkiye sinemasının sultanından tam da kitabın adının altını çizdiği gibi Türkân Şoray’ı ve onun sinemadaki dünyasını anlatan bir çalışma. “İçeriden” bir dil ile sanatçı sinema hayatını seçtiği kimi filmler üzerinden anlatırken bilinen anlamda bir otobiyografi koymuyor ortaya. Samimi ve zaman zaman naif bir dil ile sinemadaki Türkân Şoray’ı, bir yıldız olmayı ve bunun bedelini ve kendisine duyulan sevgiyi “hak etmek” için nasıl tüm hayatını ve enerjisini mesleğine adadığını anlatıyor.

Kitabın tüm sayfalarından dışarıya aralıksız çıkan bir duygu var ki belki de sanatçıyı bunca yıl sonra hâlâ bu denli sevilir kılmayı başaranın ne olduğunu açıklıyor bize. Şoray tüm sinema kariyerini tek bir amaca adamış görünüyor temelde; seyircinin sevgisini kaybetmemek bu amaç. Ünlü Şoray kurallarını koymaktan 80’lerde bu kuralları tereddüt ile de olsa bozmasına,Türkiye sinemasının kısıtlı imkânlarında bir yıldızdan beklenmeyecek zor koşullar altında çalışmaktan yılmamasından sağlığını tehlikeye atan gözükaralığına sanatçı tek bir şey beklemiş seyirciden: sevilmek. Bu beklediğini almış olmanın mutluluğu satır aralarında seziliyor sık sık.

ABD’li film yıldızı Lauren Bacall “Yıldız olmak bir meslek değil, bir kazadır” demiş. Bizim sultanın sinemaya giriş hikâyesindeki tesadüfleri düşününce onun yıldız olma durumu da bir kaza elbette ama neyse ki biz seyirciler için ne güzel bir kaza! 200’ün üzerinde filmde oynayan ve her biri dönemin Türkiye sineması ortalamasının hayli üzerinde 4 film de yöneten sanatçının çalışma aşkını, sinemadaki Türkân’a duyduğu özlemi de hissettiren kitapta sanatçı kariyerinde yoluna çıkan herkesi bir şekilde anıyor ve tümünü de sevgi ve saygı ile anıyor bu isimlerin. Bir kırılmışlığın iması olan örneklerde bile bir sonraki cümlede bir anlamaya çalışma çabası ve saygılı bir duruş gösteriyor Şoray. Bu bağlamda kitap magazin meraklıları için yeni bir şey söylemeyecektir veya çarpıcı itiraflar, ifşaatlar bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacaktır. Bu kitap sanatını seven, hep onun içinde kalmak isteyen ve gerekirse uğrunda hayatını vermekten çekinmeyeceği bir şey için, halkın sevgisi için, yüreğini açan bir sanatçının sözleri olarak görülmeli.

Evet ne sinemamız için naif analizleri ne de dili ile özel bir çarpıcılık içeriyor bu kitap ama ne önemi var bunun? Türkân Şoray akıllıca gruplanmış başlıklar altında ve doyurucu fotoğraflar eşliğinde sinema dünyasını açıyor bize. Kitabın özeti aslında Şoray’ın aktardığı bir anı üzerinden verilebilir. Bir Hatay’lı yıllar boyunca Şoray’ı galalara davet ediyor ve hayattaki tek arzusunun onu sinemasında kendi gözleri ile görmek olduğunu söylüyor. Yıllar sonra fırsat bulup gititğinde ise, Şoray adamın iki yıl önce gözlerini kaybettiğini öğreniyor. Bu anı hem ona duyulan sevgiyi hem de kitabın duygusal havasını anlamak için çok iyi bir örnek. Kitabını “Teşekkürler sinema… Teşekkürler” diye bitiren sanatçıya bizden de “Teşekkürler Türkân Şoray… Teşekkürler” demek düşer kuşkusuz.

Dönüş – Türkan Şoray (1972)

“Dönecek babamız oğlum. Lambamız tekrar ışıldayacak, soframız tekrar kurulacak”

Yaşadıkları maddi sıkıntı nedeni ile kocası Almanya’ya işçi olarak giden bir köylü kadının hikâyesi.

Türkân Şoray’ın ilk yönetmenliği. 1972’de Türk sinemasının sultanı ve en büyük yıldızı olduğu tartışılmaz bir gerçek haline gelmiş olan Şoray’ın artık yeni bir açılımın peşine düşmesi gerektiğini hissetmesi ile yapmına giriştiği film dönemin Türk sinemasının kimi özelliklerini (veya bir başka deyiş ile kusurlarını) taşısa da hem ele aldığı konunun ilginçliği hem de Şoray’ın naif ve doğal sinema dili ile bugün de Türk sinema tarihinde hatırlanan eserlerden biri olarak dikkat çekiyor.

Sinemamızın kalburüstü kimi filmlerinin arkasındaki isim olan İrfan Ünal’ın yapımcılığını üstlendiği filmin senaryosunu Safa Önal Şoray’ın hikâyesinden yola çıkarak yazmış. Kurgu masasında Şerif Gören yer alırken, müzikler de Yalçın Tura’ya emanet edilmiş. Şoray’ın karşısında ise kocası rolünde Kadir İnanır ve köylüye zulmeden ve Şoray’a göz diken bey rolünde Bilal İnci var. Özetle sağlam bir kadro karşımızdaki. Safa Önal’ın anılarına bakılırsa Türkan Şoray’ın tüm bedenini ve ruhunu verdiği bir film bu ve onun ve yapımcı Ünal’ın desteğine karşın Yeşilçam’ın oyuncu, yönetmen ve sinema yazarlarının da aralarında olduğu kimi ünlülerinin Şoray’ın çabasını küçümseyen yaklaşımları olmuş o tarihlerde ve kimi erkek sinema yıldızları Şoray’ın hem yönettiği hem başrolünde yer aldığı bir filmde oynamak istememişler. Tüm bunların ışığında bakıldığında Şoray’ın bu ilk çabasının sonucunun mütevazi ölçülerde de olsa bir başarıya işaret ettiğini ve sanatçının yönetmenliğin altından yara almadan kalktığını rahatça söylemek mümkün.

Şoray film boyunca sık sık kullandığı yakın planlarla ve arada dozu kaçan bir şekilde başvurduğu karşılıklı bakan gözlere odaklanan kamerası ile karakterlerinin ruhunu perdeye getirmeye ve eserinin dramatik etkisini artırmaya çalışmış film boyunca. Kendisi de filmde ilk göründüğü sahnede iri ve güzel gözleri ile bir tahta perdenin aralığından bakarken çıkıyor karşımıza ve seyirciye sıkı ve çarpıcı bir merhaba diyor bu sahnede. Sanatçı bu yakın planları sadece başrol oyuncuları için değil özellikle köylü kadınları görüntülerken de kullanıyor ve bu ilk filminde gerek konusu gerekse mizansen anlayışı açısından halkın yanında yer tutuyor. 1972 yapımı olan film sinemamızın “Alamancılar” üzerine ürettiği ilk eserlerden biri ve bugün de unutulmamış olanlarından. Şoray’ın hikâyesi ve Önal’ın senaryosu hem toplumdaki feodal yapıyı ve bunun sonucu olan sömürüyü (hem ekonomik hem cinsel bir sömürü bu) hem de halkın ekonomik çözüm arayışları için yabancı bir ülkeye çalışmaya gitmesinin neden olduğu bireysel ve toplumsal yıkımları perdeye taşıyor ve bu anlamda takdir edilecek bir çaba göstermiş oluyor. Senaryonun aslında tam da bu nedenle zaman zaman yorduğunu vurgulamak gerekiyor; o kadar çok şey anlatmaya çalışıyor senaryo ve bunu 1.5 saat gibi tüm bu temalar için yetersiz bir sürede yapmayı deniyor ki sonuçta bir süre sonra peş peşe oluşan olayları izler durumunda buluyorsunuz kendinizi. Bunun sonucu ise güçlü ve önemli temalarının arada kaybolması oluyor zaman zaman. Köyde yaşananlar ve adamın Almanya’ya gitmesinin sonucu iki bağımsız filmin konusu olabilirmiş örneğin. Yine de bu kusuruna ve tema yoğunluğuna rağmen toprağa, emeğe, sevgiye ve kadına övgüsü ile dikkat çeken senaryonun kalitesinin sinemamızın ortalamasının üzerinde olduğu rahatça söylenebilir.

Sağ kesimden özellikle 1960 ve 70’li yıllarda çekilen Yeşilçam filmlerinin servet düşmanlığı yaptığı eleştirisi gelmiştir her zaman. Adı servet düşmanlığı mıdır bilmiyorum ama büyük bir kesimi yetersiz bir gelirle yaşayan bir topluma hitap eden bir sinemanın servet sahipliğine övgü dizmek yerine hemen tüm dram filmlerinde zenginleri “kötü” karakterler ile simgeleştirmesi oldukça anlaşılabilir bir durum. Bu film de halkın haramsız servet olmaz yaklaşımı ile desteklediği bir biçimde, servete değil insanca yaşamaya yeterli olacak bir varlık için emek harcamaya övgü diziyor. Türkan Şoray’ın elindeki toprağı koklayan Kadir İnanır’ın görüntüsü veya büyümekte olan ekinlerin yarattığı coşku hikâyenin bu yaklaşımının örnekleri olarak verilebilir. Köy öğretmeninin aydınlığını cahilliklerinin etkisi ile ve dinsel yanı da olan tahriklere kapılarak hareket eden köylülerin davranışları ile kıyaslayan bir biçimde karşımıza getiren hikâyede tam bir Cumhuriyet çocuğu olan Safa Önal’ın izlerini bulmanın doğal olduğunu da söyleyelim.

İlk gidişinde elinde tahta bir bavul ile yola çıkan adamın Almanya’ya ikinci seyahatinde evinden deri bavul ile çıkması aracılığı ile anlatılan dönüşüm özellikle 70’li yıllarda Türk toplumunda Almancılar üzerinden yaşanan değişimin de sembolü oluyor. Adamın birbirine tamamen zıt iki dünya -köy ve Almanya- arasında yaşadığı ikilem filmin trajik sonunun da hazırlayıcısı oluyor. Bu son trajik olduğu kadar da biraz fazla zorlama ile oluşan bir son aslında ama Yalçın Tura’nın “Hasretinle Yandı Gönlüm” şarkısının sözleri eşliğinde batan güneşe doğru yürüyen bir Türkan Şoray görüntüsüne sahip olan bir final kendisini bağışlatabilir yine de.

Teknik yetersizliğin tam bir dışavurumu olan oyuncak arabalı kaza sahnesi gibi aksamalara takılmadan ve senaryonun tıkabasa durumu bir kenara bırakılarak seyredilmesi gereken film, “Evvel yükseklerden uçup şimdi düze inen gönüllerin” hikâyesi olarak da görülebilir aslında. Aşkın dış koşullara ne kadar dayanabileceğinin de incelemesini yapıyor bu hikâye ve senaryo nedeni ile nispeten ikinci planda kalsa da hayli başarılı oynayan Kadir İnanır ve belki yönetmenliğe konsantre olması nedeni ile en iyi oyunlarından birini vermeyen ama özellikle gözlerindeki aşkı gösterdiği sahnelerde çok çarpıcı olan Şoray filmi sürüklerken bir yandan da sinemamızın en muhteşem çifti olduklarını bir kez daha gösteriyorlar.

Bodrum Hâkimi – Türkân Şoray (1976)

“Sen sadece çitleri değil, halkın kafasındaki Ömer Bey’i de yıktın. Umarım pişman olmazsın bir gün”

Bodrum’a atanan bir kadın hâkim ile yörenin zengin adamı arasındaki aşkın hikâyesi.

Türkân Şoray’ın birini Şerif Gören ile birlikte yönettiği dört filmden biri. Safa Önal’ın senaryosundan uyarlanan film 70’li yılların Türk sinemasının tüm özelliklerini veya daha doğru bir deyişle tüm klişelerini barındıran (senaryo rekortmeni Önal’ın o dönem Türk sinemasına damgasını vurduğu düşünülürse doğal bir durum elbette) ama kimi özellikleri ile zaman zaman ilgi çekici olmayı başarabilen bir çalışma. Şoray’ın kısa yönetmenlik kariyerinde en başarılı olduğu film kuşkusuz 1972 tarihli “Dönüş” ama bu filmde de naif ve sıcak bir ton tutturmayı başarmış sanatçı. Elbette bu ton dönem sinemasının kalıplarına da sıkı sıkıya bağlı kalan bir türden.

Okumuş, aydın bir kadın hâkimin geldiği yörenin güçlü ve zengin adamına aşık olması ile ilerleyen hikâye kimi mantık hatalarına, benzerini yüzlerce kez diğer Türk filmlerinde gördüğümüz sahnelere (deniz kenarında geçen bir filmde elbette aşıklarımız dalgaların içinde el ele koşacaklardır örneğin) ve zaman zaman çıkmaz bir yapışkan tadı veren diyaloglarına rağmen kimi yönleri ile yine de ilgi çekebilir. Öncelikle Türkân Şoray’ın güzelliğinin ve cazibesinin doruğunda olduğu bir döneme ait olduğu bir film bu. Bodrum garajında otobüsten indiği kareden başlayarak ve onlarca filmde yaptığı gibi arada dudaklarını titretmesi ve gözlerini süzmesine rağmen, seyircinin ve elbette öncelikle hayranlarının gözlerini üzerine çekiyor ve film boyunca da bu büyüyü korumayı başarıyor. Buna bir de Türkân Şoray ve Kadir İnanır ikilisinin hemen her birlikteliklerinde oluşturmayı başardığı cazibeyi de eklemek gerek. Bu öyle bir cazibe ki deniz kenarındaki baştan aşağıya klişe koşma sahnesi bile etmesi gerektiği kadar rahatsız etmiyor seyirciyi.

Senaryo Safa Önal’ın kalburüstü işlerinden biri ama Kadir İnanır’ın amacı ne olursa olsun Şoray’ı odasından zorla çıkarıp Bodrum sokakları boyunca kolundan çekerek sürüklemesinin arkasındaki dehşetli politik yanlış duruşu da atlamamak gerek. Senaryonun sonucu mudur yönetmenin tercihi midir bilinmez ama ikilinin bitmek bilmeyen gezi boyunca flörtleri, Türk sinemasının daha yeni yeni becermeye başladığı dans sahnelerinin komikliği ve buna benzer pek çok tipik Türk sineması kusurlarını içeren sahneleri ile filmin başarılmış olduğunu söylemek pek kolay değil. Yine de filmin zaman zaman Bodrum’un esnaf ve balıkçı gibi emekçi kesimlerini görüntüye getirmesi, Şoray ve İnanır ikilisini ilk kez nerede ise filmin ilk dörtte birlik bölümünün bitiminde bir araya getirmesi ve Cahit Berkay’ın zaman zaman fazla öne çıksa da sıcak müziği hikâyeyi ve filmi yine de dönemdaşlarından ayrı bir yere koyuyor çoğunlukla.

Özetle çok fazla şey beklemeden ve ille de mantık diye diretilmeden seyredilirse kimi özellikleri ile keyif verebilecek ve en başta Türkan Şoray için seyredilebilir bir film. Bir hâkim kadının ürkek bir güvercin, aşktan kendinden geçmiş bir kadın ve sert bir resmi görevli profilleri arasında gidip gelmesi garip olabilir ve bu anlamda film sanki Türkan Şoray’ın kariyerini özetliyor diye de düşünülebilir. Yine de bırakın Şoray sizin için insin o otobüsten ve tüm o büyüsü ve meraklı, ürkek ve sevecen gözleri ile baksın size.