Mord und Totschlag – Volker Schlöndorff (1967)

“Affedersiniz, acaba bana yardım edebilir misiniz? Bana bir iyilik yaparsan, sana 500 Mark veririm. Bu kişisel bir şey, yani dairemden bu geceye kadar çıkarılması gereken bir şey var. Çok kişisel bir durum. Bu konuda sessiz kalacak birine ihtiyacım var, sana güvenebilir miyim? Lütfen, bana yardım etmelisin”

İstemeden erkek arkadaşını vuran bir kadının cesetten kurtulmak için yardım istediği iki erkekle yaşadıklarının hikâyesi.

Orijinal hikâyesinin sahibi olan Volker Schlöndorff’un, senaryosunu Niklas Frank, Gregor von Rezzori ve Arne Boyer ile birlikte yazdığı ve yönetmenliğini de kendisinin yaptığı bir Federal Almanya yapımı. Bir önceki yıl çektiği, ilk uzun metrajlı filmi ve Cannes’da FIPRESCI ödüllü “Der Junge Törless” ile eleştirmenlerin beğenisini toplayan Schlöndorff’un bu serbest havalı ve 1960’ların isyankâr tadını taşıyan yapıtı bugün en çok başroldeki Anita Pallenberg’in varlığı ve müziklerini o tarihlerde onunla sevgili olan, The Rolling Stones üyesi Brian Jones’un hazırlaması ile hatırlanıyor; ama alçak gönüllü yapısına uygun sinema dili ve gençliğin bağımsızlığına düşkün ruhunun izlerini taşıması ile dikkat çeken, ilginç hikâyesinin de ilgi çekebileceği bir yapıt özelliğine de sahip. Cannes’da Altın Palmiye için yarışan film bugün özgünlüğünü bir parça yitirmiş olsa da ve yönetmenin en parlak çalışmalarından biri olmasa da ilgiyi hak eden bir çalışma.

16 yaşındayken okuldan atılan, Roma sosyetesinden geçerek New York’ta Andy Warhol’un çevresine katılan ve The Rolling Stones grubunun iki ayrı üyesi (önce Brian Jones, ardından Keith Richards) ile sevgili olan, uyuşturucu ve alkolün de olduğu çalkantılı bir yaşam süren ve moda, ardından da sinema sektöründe kariyer yapan bir isimdi Anita Pallenberg. İşte tıpkı onun hayatı gibi, Schlöndorff’un bu yapıtı da tam bir 1960’lar filmi: Hikâyenin özgür ruhlu kadın kahramanı, yerleşik kurum ve değerlerden uzak yaşamlar ve “anormal”i normal gören gençler. Plak olarak hiç yayınlanmayan müzikleri hazırlayan Brian Jones için de ilginç bir deneyim aslında bu çalışma; çünkü 1969’da, 27 yaşındayken hayatını kaybeden müzisyen Rolling Stones’un müziklerinde hemen hiç imzası olmayan ve Mick Jagger’a göre “Şarkı yazmak için hiç yeteneği olmayan” birisiydi ve uyuşturucu ve davranış problemleri nedeni ile gruptan kovulmuştu. Jones’la birlikte kayıtlarına Jimmy Page ve Keny Jones gibi ünlü müzisyenlerin de katıldığı ve Jones’un yaratırken destek aldığı söylenen müzikler daha ilk notaları ile birlikte 1960’ların rock melodilerini hatırlatacaktır her dinleyene. Zaman zaman film müziği havasından epey uzaklaşıp, hikâyeden bağımsız bir havaya bürünseler de Jones’un pek de yeteneksiz olmadığını kanıtlayan bir çekiciliği taşıyor açıkçası bu müzikler.

Bir cinayetin ve onun kurbanı olan cesetten kurtulmanın ana hikâyesi olduğu film bu karanlık öykünün içine romantizmi de katmayı deniyor ve bir ölçüde başarıyor da. Aslında Schlöndorff bir iki adım daha ileri atıp, öyküyü tam bir karamizah örneği olarak da oluşturabilimiş; istemeden işlenen bir cinayet, kurbanı ortadan kaldırmak için iki ayrı yabancı erkekten yardım almak ve bu erkeklerin birinin annesinin evine yapılan bir ziyaret gibi olayları nerede ise sıradan bir macera gibi yaşıyor hikâyenin karakterleri. Schlöndorff bunun yerine 1960’ların isyankâr gençliğinin (henüz 1968 yaşanmamıştır) hayata bakışına odaklanan; yerleşik değerleri dikkate almayan ve altını çok da doldur(a)madıkları bir özgürlüğün (cinsel olanı başta olmak üzere) peşinde olan gençlerin hayatını serbest bir dil ile anlatan bir film yaratmayı tercih etmiş. Açılışta, birer siluet olarak gördüğümüz bir kadın ve bir erkeğin iki bank etrafında geçen ve bir silahı da içeren “aşk oyun”larını izliyoruz. Bu farklı görsellikten sonra, genelde herhangi bir teknik oyuna girişmiyor yönetmen ama kamerasını serbest bir tarzda kullanıyor ve hikâyenin içeriğine uygun bir dil seçiyor. Filmin, Bavyera kırsalına yapılan yolculuk bölümünde Truffaut’nun “Jules et Jim” (Unutulmayan Sevgili) adlı başyapıtını hatırlatmasında sadece “İki erkek ve bir kadın” temasının değil, uçarı bir sinema dilinin varlığı da etkili olsa gerek.

Ayrılmakta olan bir çiftten erkeğin “Hadi yatağa girelim, sonra giderim” cüretkârlığı ile başlayan sahnenin kadının reddinin sembolü olarak görebileceğimiz cinayetle sonuçlanması, kadının erkekleri planının kolayca parçası yapabilmesi ve aynı kadının özgür hareketleri filme, feminist denemeyecek olsa da, kadın ağırlıklı bir hava vermiş kuşkusuz. Anita Pallenberg’in canlandırdığı karakterin dönemin yükselen kadın hareketinin ruhunu taşıdığını ve bu bağlamda, onun erkeklerden birinin annesi ile olan ikili sahnesindeki konuşmaların iki farklı nesilden kadının hayata bakışlarındaki farklılığı göstermek için kurgulandığını da söyleyebiliriz. İlk bakışta absürt görünebilecek bazı sahnelerdeki tercihlerde, hikâyenin Birleşik Krallık’ta başlayan ve 1960’ların ikinci yarısına damgasını vuran “Swinging Sixties” havalı içeriği kadar, bu kadın odaklılığının da payı var. Kadın bir taksi şoförünün araba sahibi olmakla erkek arkadaşı olmayı karşılaştırması da esprili içeriği ile birlikte destekliyor bu bakışı.

Schlöndorff sinema ile ilgili farklı göndermeler yerleştirmiş filme: Kadının evinin duvarında asılı olan film afişi (“Rebel Without a Cause” (Asi Gençlik – Nicholas Ray, 1955)) ve Pallenberg’in, bir karakterin neden çizmeleri ayağından hiç çıkarmadığını anlattığı sahnede adını hatırlamadığı “The Barefoot Contessa” (Çıplak Ayaklı Kontes – Joseph L. Mankiewicz, 1954) filmi. Bu popüler kültür göndermelerinin yanında; cinsellik, gösterilen ve ima edilenleri ile filmin önemli bir unsuru olmuş; karakterler soyunuyor, giyiniyor, seks yapıyor veya seksten konuşuyor serbest bir şekilde. Ne var ki filmin erotik olduğu, ya da cinsellik açıdan cüretkâr olduğu anlamına kesinlikle gelmemeli bu durum; iki erkek karakterin erkek iç çamaşırlarının darlığından ve bunun verdiği rahatsızlıktan söz etmesi, cinselliğin rahatlıkla konuşulan ve talep edilebilen bir şey olması ve cinsel eylemlerde çekincesizlik gibi durumlar bu havayı yaratan çünkü.

Pallenberg’in canlandırdığı Marie kendi odasında bir cinayetin parçası olurken, “hayat sanatı taklit eder” düsturunu doğrularcasına, oyuncu da benzer bir durumun içinde bulmuş kendini filmden 12 yıl kadar sonra. O sıralarda sevgilisi olan Keith Richards’la yaşadığı evde çalışan 17 yaşındaki bir genç Pallenberg’in yatağında ve müzisyene ait olan bir silahla intihar etmiş. Pallenberg bir süre tutuklanmışsa da, intihar kararı verilince herhangi bir ceza almamış. Öldürme eyleminden devam edersek; filmin Türkçeye tam olarak çevirmenin pek mümkün olmadığı orijinal adı ile bilgi vermekte de yarar var. “Mord” sözcüğü bir insanı bilerek ve kötü niyetle öldürme eylemi için kullanılırken, “totschlag” bunu da içine alan ama istemeden neden olunan ölümleri de kapsayan bir sözcük. Dolayısı ile, filmin hikâyesini düşündüğünüzde doğru ve güzel bir isim bu.

Aralarında Edgar Reitz, Alexander Kluge ve Franz-Josef Speieker’in de bulunduğu Alman sinemacılar Şubat 1962’de, Oberhausen’deki Kısa film festivali’nde ilan edildiği için Oberhausen Manifestosu adı verilen bildirilerinde “Eski sinema öldü. Biz yeni sinemaya inanıyoruz” demişlerdi Alman kamuoyuna. Daha sonra aralarında Schlöndorff’un da olduğu, Rainer Werner Fassbinder, Werner Herzog ve Wim Wenders gibi sinemacıların da katıldığı bu bildiri Yeni Alman Sineması olarak adlandırılan akımı başlatmıştı. Mevcut sinemanın eğlendirme odaklı ticarî yapısını ret eden ve büyük stüdyolardan bağımsız olarak çekilen düşük bütçeli filmlerin yaratıcıları Fransızların Yeni Dalga ve İtalyanların Yeni Gerçekçilik akımlarından da etkilenerek biçim ve içerik olarak ayrıksı, Alman toplumunun güncel meselelerini ele alan yapıtlar üretmişlerdi 1960’ların ilk yarısında başlayıp 1980’lerin ilk yarısına kadar etkisini gösteren bu akım boyunca. Schlöndorff’un bu filmi de bu akımın örneklerinden biriydi ve popüler sinemanın ve örneğin Hollywood’un suç filmlerinin suçu çözme odaklı içeriği yerine, faillerin suçu örtmesini ele alması ve, karakterlerini ve eylemlerini yargılamaması ile farklılık yaratmıştı.

Fassbinder tarafından Yeni Alman Sineması’nın en iyi on filminden biri kabul edilen ve son görüntüsü ile sıkı bir kapanış yapan yapıtta Anitta Pallenberg (Marie), Werner Enke (Hans) ve Manfred Fischbek (Fritz) rollerine yakışan performanslar sunarken, Günther’i canlandıran ve geçen yıl hayatını kaybeden, ana kadronun içinde en uzun oyunculuk kariyerine de sahip olan Hans Peter Hallwachs tam da filmin havasına uygun sakin ve adeta “aldırış etmeyen” performansı ile dikkat çekiyor. Schlöndorff’un “Eski değerlerin tamamen yok olduğu; kefaret ve ahlâki değerlerin olmadığı ve çözüme kavuşmayan bir suç öyküsü” ifadeleri ile tanımladığı film bugünün gözü ile değerlendirildiğinde ayrıksılığını oldukça yitirmiş görünüyor ve öyküsünün meselelerini seyirciye yeterince geçiremediği ve gerektiği kadar güçlü olmadığı da açık; ama erken dönem bir Schlöndorff filmi olarak ve evet, Pallanberg’in varlığı ve Brian Jones’un müzikleri ile de ilgiyi hak eden bir çalışma.

(“A Degree of Murder”)

The Handmaid’s Tale – Volker Schlöndorff (1990)

“Senin değil, bizim bebeğimiz o”

Din ağırlıklı ve faşizan uygulamalar ile yönetilen bir ülkede, başkalarının adına doğum yapması için köle olarak kullanılan bir kadının hikâyesi.

Kanada’lı yazar Margaret Atwood’un ödüllü romanından yapılan bir uyarlama. Kameranın arkasında Alman yönetmen Volker Schlöndorff yer alırken, senaryo İngiliz yazar Harold Pinter’ın imzasını taşıyor. Müzikler Japon besteci ve oyuncu Ryûichi Sakamoto’ya ait ve baş rollerde Natasha Richardson’dan Faye Dunaway’e, Aidan Quinn’den Robert Duvall’e ve Elizabeth McGovern’den Victoria Tennant’a zengin bir kadro yer almış. Tüm bu önemli isimlerin katkıda bulunduğu film Berlin Film Festivali’nde yarışmış olmasına rağmen sinemasal açıdan yeterince doyurucu olmayan ve konusunun derinliğini perdeye aktaramayan bir çalışma olarak kalmış.

Yakn bir gelecekte geçen filmde, bugünkü ABD topraklarında kurulu Gilead Cumhuriyet’inde yaşanıyor hikâyemiz ve geçmişte yaşanan yoğun kirlilik nedeni ile kadınların doğurganlıklarının çok düştüğü ve iktidarın başta din olmak üzere çeşitli baskı araçlarını kullanarak ülkeyi faşizan bir şekilde yöneten güçlerin elinde olduğu bu ülkede doğurganlığı olan kadınların köle olarak kullanılmasını anlatıyor temel olarak. İktidara karşı savaşan “teröristler” nedeni ile sürekli bir savaş ortamının bulunduğu ülkede film temel olarak kadın bedeni üzerine açıyor tartışmayı. Bedenin doğurganlık özelliği nedeni ile bireye değil topluma (ve aslında iktidara) ait olduğunu savunan yönetimin, evlilik dışı sekse, eşcinsellere ve dine inanmayanlara karşı açtığı savaş ve zencilere, eşcinsellere ve yoksullara karşı gösterdiği ırkçı yaklaşımın alegorisi olan romanın/filmin anlattığı bu toplumun sıraladığım kimi özellikleri günümüz Türkiye’sini hayli çağrıştırıyor olsa gerek. Özellikle de son kürtaj tartışmalarında kimi yöneticilerimizin kadının bedeninin kendisine olduğu kadar hatta ondan da fazla topluma ait olduğunu söylediklerini hatırlarsak, bu çağrışım oldukça gerçekçi duruyor.

Baskı altındaki toplumlarda, mutlaka bir düşmanın olduğu (veya yaratıldığı) ve bu düşman üzerinden toplumun faşizm ile yönetilmesinin doğrulandığı ve elbette bu tür toplumlarda özgürlükleri kısıtlanan ilk gruplardan birinin kadınlar olduğu bildik özellikler kuşkusuz. Film tüm bunları ve daha fazlasını hikâyesi boyunca gösteriyor, anlatıyor ve vurguluyor. Ne var ki filmin temel kusuru da tam da burada ortaya çıkıyor.Toplumdaki farklı sınıfların farklı “üniformalar” giyiyor olması, diyaloglar üzerinden tüm faşizan söylemlerin sürekli dile getirilmesi veya “hizmetçi” olmak üzere yetiştirilen kadınların yatakhanesindeki düzen ve disiplinin görsel karşılığı olarak yüzlerce yer yatağını hizalanmış olarak gösteren ve aslında etkileyici bir geometrik biçim içeren sahne gibi öğeler tüm bu anlatılanların sinemasal açıdan çarpıcı olmasını sağlayamamış. Harold Pinter’ın anlaşmazlıklar nedeni ile adının çekilmesini istediği ve sahiplenmediği senaryo, fazlası ile mekanik bir biçimde ilerliyor ve hedeflenen “karanlık” atmosferi yaratma becerisini yeterince gösteremiyor.

Filmde “yumurtalıkları çalışır durumda olduğu için” öldürülmeyip hizmetçi olarak yetiştirilen bir lezbiyen olan Moira’yı canlandıran Elizabeth McGovern başarılı oyunu ile öne çıkarken, Natasha Richardson filmin baş karakterini duygularını dizginleyerek (ve iyi ki öyle yaparak) canlandırmayı tercih etmiş ve bu şekilde karakterinin yaşadığı dehşeti, korkuyu, umudu ve giriştiği mücadeleyi inandırıcı kılmayı başarmış. Onun görüntüsü ile kapanan filmin finalinin biraz fazla donuk olduğunu ve hikâyeye görsel gücü yüksek bir kapanış sağlayamadığını da söylemek gerek. Aslında Schlöndorff genel olarak tüm filmi de biraz “donuk” yönetmiş gibi ve hikâyenin seyirciyi sarmalamasına izin vermemiş. 1981-1989 arasında ABD’yi yöneten ve 60’larda başlayan liberalizmin sonuçlarına (siyahlara, kadınlara ve eşcinsellere sağlanan haklar vb.) tepki olarak doğan “Yeni Sağ” politikaların uygulayıcısı Ronald Reagan’ın iktidarı döneminde yazılan romandan, onun iktidarı bir başka muhafazakâr isme (baba Bush) bırakmasından hemen sonra çekilen filmin seyirciye aktarmaya çalıştığı paranoyalar hayli anlaşılır şüphesiz bu tarihsel perspektif düşünüldüğünde. Toplumun elit kesimlerinin halka yasakladıklarını (moda dergileri, çılgın partiler vs.) kendilerinin yapıyor olması da bu tür baskı toplumlarının tipik ikiyüzlülüklerinden biri olarak kendisini gösteriyor filmde. Özetle, zengin bir kadrodan çıkan ama donukluğu üzerinden atamamış bir film karşımızdaki. Öyle ki hikâyenin çağrıştırdığının aksine sık sık gerilim ve heyecanın eksikliğini hissediyorsunuz. Kullanılan görsel semboller de (üniformalar, renkler veya içinde göz olan piramit sembolü vb.) bu donukluğu gidermeye yetmemiş ama yine de anti-faşizan ve ondan da çok feminist söylemleri ile ilgiyi hak eden ve Atwood romanını okumaya teşvik etmesi ile de önem kazanan bir film bu.

(“Hizmetçinin Öyküsü”)

Palmetto – Volker Schlöndorff (1998)

“Ben sadece biraz hırslı bir kızım”

Hapisten çıkan bir adamın içine çekildiği sahte bir kaçırma olayının hikâyesi.

Alman yönetmen Volker Schlöndorff’tan Amerikan usulü bir suç hikâyesi. “Die Verlorene Ehre der Katharina Blum Oder” (Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru) ve “Die Blechtrommel” (Teneke Trampet) gibi başarılı filmleri ile tanınan yönetmen son olarak Marcel Proust uyarlaması “Un Amour de Swann” (Swann’ın Aşkı) ile dikkati çekmiş ama daha sonra çoğunlukla ABD’de çektiği filmlerle formunu koruyamadığını göstermişti. Bu film ise yönetmenin olmamış çalışmalarından biri ve romanlarını farklı isimler altında yazan İngiliz yazar Rene Brabazon Raymond’un James Hadley Chase adı ile 1961 yılında yayınladığı “Just Another Sucker” adlı romanından uyarlanmış.

Schlöndorff’un Katharina Blum’dan buraya nasıl gelebildiği ayrı ve üzücü bir konu ama yönetmenin bu gerilim, dram ve polisiye karışımı filmi içerdiği mizah duygusunu da düşününce nereye odaklanacağını tam olarak bilememiş ve bir yandan farklı olmaya çalışan ama öte yandan üzerinde oynar gibi yapsa da klişeleri kullanmaktan da sakınmayan yapısı ile seyredende çelişkili duygular yaratmaya aday olmuş bir film gibi görünüyor. Humhprey Bogart ve Bruce Willis karışımı kahramanı, tümü özellikle tasarlanmış görünen erotik öğelerle süslenmiş kadın karakterleri ve Zalman King tarzı erotik sahneleri ile film öncelikle bir erkek filmi olmayı hedeflemiş gibi. Öyle ki Woody Harelson’ın canlandırırken eğlenmiş göründüğü baş karakter nerede ise “elimde değil” havasında kadın karakterler tarafından sürekli ayartılıyor ve o da yarı gönüllü havada teklifleri geri çeviremiyor bir türlü. Oysa film nehire atılan daktilo, cesetten kurtulma gibi sahneleri ile sürekli olarak nasıl bir fırsatın kaçırıldığını da düşündürüyor seyredene. Bu ve benzeri sahnelerde başı gittikçe daha fazla belaya giren adamın çaresiz komik hali çok başarılı bir komediye kaynaklık edebilirmiş oysa ki. Sürpriz üzerine sürpriz içeren sahneleri ile öne çıkmaya çalışan mizahı bastırır görünen film bu hali ile daha çok raydan çıkmış bir hikâyenin kurbanı olmuş gibi duruyor.

Elisabeth Shue’nun mizahı öne çıkarılsa çok daha çarpıcı ve inandırıcı olacak ama bu hali ile vasat bir performansla aktarmaya çalıştığı şuh hali, Gina Gershon’un senaryodan kaynaklanan nedenlerle yüzeysel kalmış karakteri ve deneyimli Alman oyuncu Rolf Hoppe’nin önünü kesmiş görünen senaryosu ile film öykünür gibi göründüğü 40’lı yılların kara filmlerinin başarısının hayli gerisinde kalmış. Tüm bunlar bir kenara bırakılırsa film yine de mizahı, Harrelson’ın filmin kimi anlarında hayli keyif veren oyunu ve 40’ların başarılı kara filmlerini yetersiz de olma hatırlatması ile ilgi çekebilir. Shue’nun seksi olmayı başaran ama “femme fatale” olmak konusunda yetersiz kalan oyununu da düşünce film problemini kendisi dile getiriyor açıkçası. Gidilmesi gereken yol, Woody Harelson’ın karakterinin yolu olmalıydı: Eş derecede komik, telaşlı ve gerilimli.