Abril Despedaçado – Walter Salles (2001)

“Aklımdan çıkmayan başka bir şey var: ben, abim ve rüzgarda uçuşan gömlek”

Yirminci yüzyıl başında Brezilya’da bir kan davasının kısır döngüsü içinde kalan bir gencin hikâyesi.

İsmail Kadare’nin bir romanından uyarlanmış olan film hikâyenin zamanını değiştirmemiş ama olayların geçtiği yer Arnavutluk’tan Brezilya’ya alınmış. Bu değişiklik hikâyenin özünde çok da bir değişikliğe yol açmamış görünüyor; hikâyenin özünde dinsel bir motif olmadığı için ve adına kan davası denen ilkellik dünyanın herhangi bir yerinde dinden bağımsız bir olgu olarak var olabildiği için olayların çarpıcılığında herhangi bir etkilenme olmamış.

Altlarında kara toprağın ve üzerlerinde güneşin olduğu ve bunun dışında hiçbir şeyin yer almadığı bir köyde geçen filmin hikâyesinin çarpıcılığı ve dramatik gücü filmin hem güçlü yanını hem de zayıf olarak nitelendirilebilecek en temel yanını oluşturuyor. Hikâye bu kadar dramatik olunca ve yönetmen de bu hikâyenin sinemasal açıdan bir arayış veya yeniliğe girişmeden çok başarılı da olsa sadece görsel karşılığını üretiyorsa bunu bir zayıflık olarak görmek mümkün ama bu durum çıkan sonucun ne kadar etkileyici olabildiği gerçeğini değiştirmiyor. Belki de romanda/edebiyatta bir ölçüde okuyanın hayal gücüne (ve dolayısı ile entellektüel kapasitesine ve her anlamdaki birikimine) bırakılan “imaj” bu kadar net ve gösteren/açıklayan bir tavırla karşımıza getirilince oluşan bir histir bu sadece.

Toparağın ve güneşin renklerinin hâkim olduğu bir görselliği var filmin. Geniş perde özelliği ile uçsuz bucaksız ve ıssız görünen mekanlar, üzerlerinde epey düşünülmüş ve bu nedenle bazen fazla ölçülüp biçilmiş gibi görünen karelerde dünyadan soyutlanmış gibi duruyorlar ve bu da dramatizasyonun gücünü iyice artırıyor. Zaman zaman tabloya benzer görüntülerin bu “klasik güzelliği” bir yandan da ilave bir etki sağlamış aslında; bazı kareler dramatik bir dinsel hikâyeyi anlatan on yedinci ve on sekizinci yüzyıl klasik resim sanatının örneklerini ve dolayısı ile o hikâyelerin “büyük” ve “kutsal” kavramlarının etkisini taşıyor filme. İpte sallanan/dans eden kızın çağrıştırdığı özgürlük ve hayatın karşısında, ipe asılı ve rüzgârda dalgalanan bir kanlı gömleğin çağrıştırdığı ölüm görüntülerinde olduğu gibi sembolik anlamda da görselliği zengin olan bir film bu.

Etkileyici cinayet sahneleri (özellikle kahramanımızın intikam amacı ile işlemeye zorlandığı cinayetin sahnesi çok başarılı) ve filmin farklı anlarında farklı seçim yapılan yol ayrımı gibi sembolik görüntüleri ile görsel açıdan oldukça etkileyici anları olan filmde oyuncular da üstlerine düşeni yerine getirmiş gibi görünüyorlar. Burada senaryodan kaynaklanan nedenlerle yaşına göre bazen fazla büyük düşünen ve konuşan Pacu rolünün belki bir parça daha iyi işlenebileceği söylenebilir.

Babadan izin almadan dışarı çıkamayacak kadar küçük ama aynı babanın bir insanı –ne amaçla olursa olsun- öldürmesini isteyeceği kadar büyük bir insanın içine düştüğü ikilemi ve aşkın vaat ettiği bir yeni dünya ile geleneklerin acımasızca sınırladığı bir eski dünya arasında kalmışlığını sonuçta hayli bir etkileyici bir şekilde anlatan bir film bu. İnsanların –kendilerinin veya kendinden öncekilerin yarattığı- bir ilkelliğe kutsallık ve dolayısı ile değişmezlik atfetmeleri, ve öldürene ölenin cenaze evine gittiğinde, geleneğe uygun bir davranış gösterdiği için doğru zamanı gelene kadar dokunulmayacak kadar bu kutsallığı yüceltmeleri insanlığın içinde bulunduğu tüm dogmalara da etkileyici bir örnek olmuş. Sonunda “denize kavuşmanın” yolunun planlananın dışında veya bir başka deyişle geleneğin ön görmediği trajik bir olay sonucu ile değil, insanın aklın yönetimindeki iradesi ile olması gerektiğini düşündürten hayli etkileyici bir film sonuç olarak.

(“Behind the Sun” – “Güneşin Ardında”)

A Grande Arte – Walter Salles (1991)

“Ben bir sanatçıyım. Beni yaralayanları acımasızca cezalandırırım”

 

Adaleti kendisi yerine getirmeye çalışan bir fotoğrafçının hikâyesi.

 

İçerik açısından vasatın oldukça altında kalan bu intikam hikâyesi vasatı aşabildiği nadir durumlarda bunu anlatım becerisi ile yapıyor. Hollywood’un çok daha başarılı örneklerini verdiği “intikamını kendisi alan kahraman” filmlerinin yanında bu film oldukça geride kalıyor. Senaryo kahramanın dönüşümünü hiçbir şekilde açıklayamıyor veya bir başka deyişle açıklamaya bile gerek duymuyor. Diyaloglar zayıf ve aslında bir intikam filminden geriye kalma potansiyeli yüksek olan replikleri de barındırmıyor. Cesur beyaz bir Amerikalı’nın Latin Amerikalılar’ın kötü dünyasında at koşturması ve filmin şiddete övgü olarak görülmesi olası sahneleri barındırması da işin bir diğer boyutu. Pek çok klişenin sıralandığı filmde, gizemli bıçak dövüşü ustası, temiz kalpli suikastçi, iyi yürekli, genç ve mesleği gereği filmde mutlaka ölmesi gereken fahişe bu klişelere örnek olarak gösterilebilir. Peter Coyote sıkıntılı bir ifade ile bu filmi taşımaya çalışıyor ama belki sadece yerlerde sürünmesine engel olabiliyor. Tcheky Caryo kendi standardının ve kötü senaryonun altında kalıyor. Bir de bunlara gereksiz ve filme herhangi bir katkısı olmayan iç ses kullanımını da ekleyince, durum bu alanlarda pek içi açıcı değil.

 

İçerik alanındaki bu zayıflıkların yanında filmin görüntü çalışmasının başarısına ve hikâyeden uzaklaşıldığı her anda yönetmenin becerisine de değinmek gerekir. Filmin hemen başındaki uzun bir tek çekim ile oluşturulan ve gittikçe uzaklaşan görüntü sıkı bir polisiyeyi müjdeliyor örneğin (ama maalesef gerisi kesinlikle gelmiyor). Zaman zaman belgesel tadı veren Latin Amerika sokak ve doğa görüntüleri, filmde kullanılan siyah beyaz fotoğrafların çarpıcılığı aslında yönetmenin bu filmden çok farklı bir yerlerde olduğunun en temel ipuçları. Nitekim yönetmen Walter Salles’ın sonraki filmografisine bakıldığında “Central Station” ve “Motorcycle Diaries” gibi çok parlak örnekler görüyoruz.

 

Hikâyesi amaçladığı gerilimi yansıtamayan, zayıf senaryosu ile sıkan, diyalogları ile zaman zaman hiç amaçlamadığı halde tebessüm ettirebilecek bu film Salles’ın ve yönetmenin filmden kendini kurtarabildiği anda gösterdiği yetkinliğin hatırına izlenebilir. Kaldı ki bir sahnede görünen afişi ile Polanski ve onun “cul-de-sac” filmini anan bir filme ne olursa olsun saygı duymak gerekir.

(“Exposure” – “High Art” – “Zoraki Katil”)