Moonrise Kingdom – Wes Anderson (2012)

“Birbirimizi seviyoruz. Tek istediğimiz birlikte olmak. Bunun nesi yanlış?”

Birlikte kaçan iki çocuk âşık ve peşlerine düşen yetişkinlerin ve diğer çocukların hikâyesi.

Senaryosunu Wes Anderson ve Roman Coppola’nın yazdığı ve Anderson’ın yönettiği bir ABD yapımı. Bugünlerde yönetmen olarak onuncu uzun metrajlı filmini çekmekte olan Anderson’ın kariyerindeki bu yedinci filmi tam da ondan beklendiği gibi renkli, dinamik, farklı ve eğlenceli bir çalışma. Bir adada yaşayan on iki yaşlarındaki iki âşığın birlikte yaşamak için kaçtıkları ve tümü mutsuz olan yetişkinlerin de peşlerine düştükleri bu film bekleneceği gibi eğlendirirken; fanteziye göz kırpan içeriği, Anderson’a özgü sinema dili ve kırık ve hüzünlü de olan hikâyesi ile çekici bir eser. Buna karşılık filmin Anderson’ın eserleri arasında en önde gelenlerden biri olmadığını ve yönetmenine has karakteristikleri taşımakla birlikte bunların dozunun her zaman yeterli görünmediğini ve hikâyenin kahramanlarının yaşlarının (onları canlandıran oyuncular da karakterlerinden bir yaş büyük sadece) bazı diyaloglar ve imalar göz önüne alındığında kesinlikle bir rahatsız edicilik içerdiğini de söylemek gerekiyor.

Baş karakterleri iki çocuk olan ama yetişkinler için anlatılan bir masal demek mümkün sanırım bu filme ama senaristler Coppola ve Anderson hikâyelerini temel olarak yetişkinleri düşünerek yazmış olsalar da birkaç sahneyi ve belli diyalogları çıkararak, seyrettiğimizi çocuklar için bir masal olarak nitelendirmek de pek yanlış olmaz açıkçası. Senaryoyu yazan ikilinin kendi kişisel çocukluk anılarından ve hikâyelerinden de esinlendiği bir filmin bu özellikleri taşıması anlaşılabilir bir durum elbette; ne var ki burada Anderson bize olması gerektiği kadar “yetişkin” bir hikâye anlatmadığı gibi çocuklar için de uygun olmayan içerikleri var filmin. Dolayısı ile filmi iki arada bir derede kalmış bir yapıt olarak nitelemekte pek bir sakınca yok. Ne var ki bu durumda da öpüşme sahnelerinden bunların birindeki diyaloglara kadar çocuklar için çok uygunsuz olduğu gibi, büyükler için de “çocukların suistimali”nin kıyısına kadar yanaşan bir eser çıkmış ortaya. Bir edepsizlik değil, ama bir uygunsuzluk kesinlikle var bu hikâyede.

Wes Anderson hikâyeyi yazarken hayranı olduğu bir filmden de (Waris Hussein’in 1971 yapımı filmi “Melody”) esinlendiğini ve hatta kendi fiminin onun bir yeniden yapımı olduğunu söylemiş. Gerçekten de hikâyeleri epey benzerlik taşıyor bu iki filmin. Anderson ve Coppola tesadüfen tanışan, yazışmaya başlayan ve bir yıl sonra da evlerinden kaçarak birlikte yaşamaya karar veren iki çocuğun hikâyesini anlatıyorlar bize temel olarak ve bunu yaparken de onların tümü mutsuz hayatlar sürüyor görünen yetişkinlerin (“Umarım çatı uçar gider, ben de uzaya fırlarım. Bensiz daha mutlu olursun”) dünyalarının parçası olmak yerine, sadece kendilerine ait farklı bir hayat kurma arzularının arkasında duruyorlar çoğunlukla. Hiç gerçek arkadaşı olmayan, öfkelendiğinde sert ve tehlikeli hareketlerde bulunan kız ile izci arkadaşlarının hiçbiri tarafından sevilmeyen ve tuhaf bulunan oğlan ile onları bulmak için peşlerine düşenlerin bu 94 dakikalık macerasını da kendisine özel sinema dili ile anlatıyor bize Anderson.

Kelimenin her iki anlamı ile de renkli, dinamik ve eğlenceli bir film bu. Evet, tüm bu sıfatları hak ediyor film bu alanlarda ama bir Anderson filminden bekleneceği kadar, örneğin bir sonraki uzun metrajlı filmi “The Grand Budapest Hotel – Büyük Budapeşte Oteli” kadar güçlü değil ve bu bağlamda da beklentinin altında kalıyor bir bakıma. Karakterleri yine ilginç, kamera ve renk kullanımı yine başarılı, örneğin Tim Burton’ınkinin aksine fanteziyi abartmayan ve hikâyenin o fantezinin gerçekdışılığı altında ezilmesine izin vermeyen sinema dili ile önemli ve başarılı bir film sonuç olarak bu film ama Anderson’dan bundan çok daha iyisini gördüğünüz için bir parça hayal kırıklığı da yaratabiliyor.

Tüm set ve kostüm tasarımlarının kesinlikle çok başarılı olduğu, görüntünün her bir karesinin ve o kare içindeki her bir objenin biçim, anlam ve konumunun Anderson’a özgü simetriyi de koruyarak karşımıza çıktığı filmde müzik de çok etkileyici bir biçimde kullanılmış. Açılıştan kapanış jeneriğinin sonuna kadar müzik varlığını sürekli hissetiriyor filmde ve Britten, Mozart, Saint-Saëns, Franz Schubert ve Purcell gibi klasik müzikçilerin eserlerinden Hank Williams ve Françoise Hardy gibi popüler müzisyenlerin şarkılarına uzanan geniş bir alana yayılan bu eserler kullanıldıkları her sahneyi zenginleştirirken hikâye ile de hayli uyumlu görünüyorlar. Orijinal müzikleri hazırlayan Alexandre Desplat da hayli başarılı bir iş çıkarmış ve filmin atmosferine önemli bir katkı sağlamış Anderson’ın kurduğu dünyaya uyumlu melodileri ile. Bu arada, kapanış jeneriğinin de izlenmesi gerektiğini söylemekte yarar var: İngiliz besteci Britten’ın “Young Person’s Guide” adlı eserine selam gönderiliyor burada ve Desplat’ın bestesi “yeniden oluşturulurken” icraya katılan her bir müzik aleti bir çocuk sesi tarafından tanıtılıyor ve anlatılıyor seyirciye.

İki başrol oyuncusunun (Jared Gilman ve Kara Hayward) ilk sinema deneyimlerinde aksamadığı ve zor rollerinin hakkından geldiği filmin hayli zengin bir yardımcı kadrosu var: Edward Norton, Bruce Willis, Frances McDormand, Bill Murray, Tilda Swinton, Harvey Keitel, Bob Balaban ve Jason Schwartzman gibi isimler rollerini canlandırırken kendilerinin de eğlendiğini gösteren güçlü performansları ile karakterlerini eğlenceli ve ilginç kılmayı başarıyorlar ve sağlam bir oyuncunun tuhaf bir karakteri tuhaflaşmadan nasıl canlandırabileceğinin parlak örneklerini veriyorlar. Anderson ile sık sık birlikte çalışan görüntü yönetmeni Robert D. Yeoman da takdiri hak eden bir görsel zenginlik sağlamış filme ve filmin hem masalsı hem gerçekçi görünmesini sağladığı gibi, görüntülerin güzelliğinin de bir kartpostal olmanın ötesine geçip hikâyenin uyumlu bir parçası olmasını sağlamış.

“Sorunlu Çocukla Başa Çıkma” kitabı, ev içinde el hoparlörü ile iletişim, izci kampları ve izciler, deniz kenarında Françoise Hardy’nin “Le Temps de l’Amour” şarkısı eşliğinde yapılan dans, kamera kaydırmaları veya telefon konuşmalarında ekranı ikiye bölme gibi “eski usul” oyunlar ve çeşitli göndermeleri (1965’te geçen hikâyedeki bu modern “Bonnie ve Clyde” ikilisinden kızı canlandıran Kara Hayward’ın tıpkı bu ikiliyi anlatan Arthur Penn filmindeki Faye Dunaway gibi başında bir bere ile gezmesi örneğin) ile de ilginç bir çalışma olan film -elbette tüm Anderson filmleri gibi- görülmeyi kesinlikle hak eden bir eser. Bir başyapıt değil ve belki çok da güçlü değil ama yine de önemli ve eğlenceli bir çalışma ve hayatımızın hâlâ ve belki de son kez sorumsuz takılabildiğimiz yaz günlerinden bir esinti getiren fantastik bir film bu.

(“Yükselen Ay Krallığı”)

The Grand Budapest Hotel – Wes Anderson (2014)

The_Grand_Budapest_Hotel“Bütün arkadaşlarımla yatarım ben”

İki Dünya Savaşı’nın arasında geçen ve bir otel “konsiyerj”i ile bir lobi görevlisinin miras kavgası ve cinayetle örülü hikâyeleri.

Kendine özgü sinemacı Wes Anderson’un o kendine özgülüğü en üst düzeyine taşıdığı ve şimdilik son yönetmenlik çalışması olan filmi. ABD – Almanya – İngiltere ortak yapımı çekilen filmin senaryosunu Wes Anderson, Hugo Guinness ile birlikte yazdığı hikâyeden kendisi oluşturmuş ve kapanış jeneriğinde de belirtildiği üzere yazar Stefan Zweig’ın eserlerinden ve yazarın kendisinden ilham almış bu çalışmasında. Ünlüler geçidi olarak niteleyebileceğimiz bir kadrosu olan film komediyi ve macerayı ustaca harmanlaması, Anderson’ın müthiş kelimesi ile ifade edilebilecek yönetmenlik becerisi, oyuncularının keyif veren performansları, görüntü ve müziğinin ulaştığı üst düzey ve sadece görkemi ile değil, işlevselliği ve hikâyeyi akıllıca desteklemesi ile de başarılı olan mekan, kostüm ve makyaj çalışması ile kesinlikle görülmesi gerekli bir film.

“Avrupa’nın en doğusundaki (hayalî) Zubrowska Cumhuriyeti”nde geçen hikâye üç farklı dönemde yaşanıyor. 1985 yılında başlayan hikâyede bir yazar, 1968 yılında artık parlak günlerini geride bırakmış görünen bir otele yaptığı seyahatte dinlediği bir hikâyeyi anlatmaya başlıyor ve filmin büyük kısmının yaşandığı 1938 yılında yaşanan olaylara tanık oluyoruz. Filme adını veren otelin en görkemli yıllarında geçiyor hikâye ve Wes Anderson’un gişe geliri en parlak filmi olmasının da gösterdiği gibi, kitlelerin de hoşuna gidecek bir olay örgüsünü dinamik, sevimli ve kesinlikle eğlendirici bir biçim ve içerik ile getiriyor karşımıza. Yönetmenin önceki filmlerindeki üslubunu tekrarladığı ama bu kez geniş kitleleri peşinden rahatça sürükleyebileceği bir sonuç elde ettiği filmin başarısı pek çok farklı öğede gizli. İrili ufaklı rollerdeki onca parlak oyuncu ve onların Anderson’un her zamanki tuhaf karakterlerinin biraz yumuşatılmış, dolayısı ile sıradan sinema seyircisi için daha rahat kabul edilebilir halleri olan rollerini keyifle oynamaları bu öğelerden biri şüphesiz. Dokuz dalda aday olduğu ve bunların dördünü ödüle dönüştürdüğü Oscar’daki adaylıklarının hiçbiri oyunculuk dalında olmasa da, başta Ralph Fiennes olmak üzere tüm oyuncular kelimenin tam anlamı ile eğleniyor ve eğlendiriyorlar. Hikâyenin en absürt anları da dahil olmak üzere, en sıradan (ve “normal” olandan uzaklaşmaya tahammülü olmayan) seyirciyi bile filmin avucunun içinde tutabilmesinde onların payı çok büyük kesinlikle.

Senaryonun komediden drama ve maceraya uzanan içeriğinin etkileyiciliği filmin başarısındaki bir başka önemli etken. Pek çok kişinin işaret ettiği gibi Agatha Christie esintileri de var filmin, ironisi ve uçarılığı ile öne çıkan komedisi de ve bu komedi fizikselden durum komedisine kadar pek çok farklı türde geziniyor üstelik. Anderson’un senaryosu birden fazla temayı (kendini temize çıkarma, yazarlık, savaş, miras kavgası, cezaevinde yaşam ve oradan kaçma vs.) ustalıkla bir hikâyenin birbiri ile çatışmayı bir yana bırakın, aksine birbirini besleyen parçaları yapmayı başarmış ve bu da hikâyeyi zenginleştiriyor kuşkusuz. Eğlenceli ve içi dolu diyaloglarını, bu diyaloglara veya sessiz anlara eşlik eden tempolu bir kamera kullanımını ve absürt ile normal olanı peş peşe ve hiç de yadırgatıcı olmayan bir şekilde sergileme başarısı gösteren kurgusunu da atlamamak gerekiyor filmin. Oscar kazanan müziği ise bir film müziğinin nasıl olması gerektiği üzerine bir ders adeta: Hikâyenin her bir anını kendisini öne çıkarmadan (ama açıkçası biraz fazlaca kullanılarak) ve adeta filmin karakterlerinden biri gibi hareket ederek besliyor Alexandre Desplat’ın çalışması.

Görsel olarak da bir şölen bu film. Robert D. Yeoman’ın kamerası özellikle çok büyük ve boş mekanlarda karakterlerini ufak objeler olarak gösterdiği anlarda adeta bir geometrik formülle belirliyor görüntünün içeriğini ve filme çekici bir katkıda bulunuyor. Yönetmen Anderson hikâyenin üç farklı zamanını anlatırken üç farklı görüntü boyutunu tercih etmiş: Boy ve en uzunlukları değişiyor görüntünün hikâyenin farklı yıllarında ve bir başka filmde belki de ucuz duracak bu oyun burada filmin eğlencesine katkıda bulunuyor. Ve set tasarımları: Burada hem tasarımın mükemmelliğinden söz etmek gerekiyor hem de Anderson’un adeta bir oyuncak dekor havası verilmiş setleri ustaca kullanımından. Karakterlerini zaman zaman bu oyuncak dekor içinde oyuncaklar gibi hareket ettiriyor Anderson ve bu anlamda filmin görsel uyumunu bir kez daha çok iyi kuruyor. Filmin görsel alandaki başarısı ayrıntılarda da gösteriyor kendisini. Örneğin bir tablonun duvardan sökülmesinin ardından duvarda sallanan çivi halkası ince ama çok önemli bir görsel ayrıntı olarak dikkat çekiyor.

Sessiz film döneminden de esinlenmiş görünen ve bu bağlamda konuşmalı bir sessiz film olarak nitelendirilebilecek olan çalışma pek çok unutulmaz sahne içeriyor. Hapisten kaçma sahnesinin tamamı örneğin, kesinlikle bir klasik olmaya aday. Benzer şekilde, kar üzerindeki kovalamaca ve sonrası, oteldeki çatışma sahnesi vs. kusursuzlukları ile dikkat çekiyorlar. Orijinalliği ile sinemaya taze bir nefes getiren nadir filmlerden biri bu ve tüm o hafif görünen havası içinde adeta kısa bir Avrupa tarihi de veriyor bize ve barbarlıkları göstermekten de çekinmiyor. Fiennes’in Gustave karakterinin ve lobi görevlisi Zero ile arkadaşlığının sinema tarihindeki yerini alacağı kesin olan film, zaman zaman bir parça fazla “dolu” görünse de, kesinlikle görülmesi gerekli bir çalışma.

(“Büyük Budapeşte Oteli”)

Bottle Rocket – Wes Anderson (1996)

“Kağıt çöp gibisin, hani etrafta uçuşan kağıt parçaları gibi. Kızma, İspanyolca’da kulağa o kadar da kötü gelmiyor bu söz”

Bir soygun yapmanın peşine düşen üç arkadaşın hikâyesi.

ABD’li yönetmen Wes Anderson’ın ilk uzun metrajlı filmi. 1994’te çektiği aynı adlı kısa filmin bu uzun versiyonunda Anderson’ın sonradan tipik özellikleri olarak bilnecek olan tercihleri kendisini gösteriyor. Yönetmenin favori oyuncularından Luke Wilson ve Owen Wilson’ın başrollerde olduğu filmde onlara Robert Musgrave eşlik ediyor ve yönetmenin mizahi üslubu, iyi niyetli, tuhaf ve komik karakterleri ve bir yol hikâyesi yapısında ve Owen Wilson ile birlikte yazdığı hem komedi hem hüzün içeren senaryosu filmi tipik bir Anderson filmi yapmaya yetiyor. Onun tarzına alışkın veya yatkın olmayanlar için komedisi yetersiz ve hikâyesi derinliksiz görünebilir ama eğer tersi bir eğilimde iseniz, film keyif verecektir kesinlikle.

“Garip, melankolik ve aptal” karakterleri ile hikâye yırtmaya çalışan ama beceriksizlikleri ile bunu pek de başarabilecek gibi görünmeyen üç arkadaşın yaşadıklarını anlatıyor. Film ismini bir çeşit küçük “skyrocket” olan ve eğlencelerde kullanılan havai fişek benzeri bir roketten alıyor ama bu ismin argodaki anlamları herhalde filmin asıl referans aldıkları ve zaten hikâyedeki karakterleri de çok iyi özetliyor bu argo anlamlar. Çabucak parlayıp hızla sönen öfkeyi anlatmak için veya kısa süreliğine çok popüler olup bu ününü birdenbire yitiriveren nesne veya insanlar için kullanılıyor bu ifade argoda. Karakterlerimizin birbirleri ile ilişkileri öfkeden derin bir dostluğa kolayca gidip gelebiliyor ve yaptıkları tüm denemeler de her şey yolunda gidiyor gibi görünürken birden tıpkı bu eğlencelik roketin parlayıp sönmesi gibi bir anda başarısızlıkla sona erebiliyor. Ergenlik çağında takılıp kalmış gibi görünen garip ve komik kahramanlarının yaşadıklarını anlatan film erkekler arası dostluğu anlatan filmlerin arasına da koyulabilir rahatça. Luke Wilson’ın canlandırdığı karakterin aşık olduğu Paraguay’lı göçmen kadın karakteri de var filmin ama “dil engeli” nedeni ile bu karakter hem silik kalıyor hikâyede hem de onun varlığı ve hikâyedeki yeri asıl olarak ona aşık olan erkeği daha iyi anlatabilmek için kullanılmış gibi görünüyor. Dolayısı ile Wes Anderson’ın bu bol konuşmalı, garip davranışlı ve melankolik karakterli filmi kesinlikle bir erkek filmi olarak nitelendirilebilir.

Anderson’ın ve senaryonun belki en temel başarısı yönetmenin diğer filmlerinde olduğu gibi tüm tuhaflıklarına rağmen hikâyenin ve karakterlerinin “gerçek” görünmesini başarması. Tüm Anderson filmlerinde olduğu gibi parlak bir soundtrack, her şeyin yolundan çıktığı hayli eğlenceli soygun sahnesi ve karakterlerinin basit sersemlikleri ile izleyiciyi yanlarına çekebilecek bir sevimliliğe sahip olmaları bu başarıya ek unsurlar ve filmi de ilgiye değer kalıyor açıkçası. Filmin adına uygun şekilde karakterlerinin beceriksizliği veya tıpkı o roketler gibi bir anlığına parlayıp sönmeleri onları çekici kılmış senaryonun tarzı ve elbette Anderson’ın uçarı bir anlatımı tercih etmesi nedeni ile. Luke Wilson, Owen Wilson, Robert Musgrave ve senaryonun kendisine pek fırsat tanımamasına rağmen Paraguaylı göçmen rolündeki Lumi Cavazos rollerinin hakkını vermişler ve filmi sevimli kılmaya da katkıda bulunmuşlar. Filmin temel zayıflığı ise enerjisini yeterince ortaya koyamaması ve bir parça dinamizme kavuşur gibi olduğunda da bunu süratle terk etmesi. Ek olarak filmin ciddi olmak gibi bir kaygısı olmasa da hikâyenin nerede ise önemsiz denecek bir içeriğe sahip olmasını da eklemek gerek kusurlarının arasına. Yine de bu kusurlar Anderson’ın filminin ilgiyi hak ettiği gerçeğini değiştirmiyor.