Ben-Hur – William Wyler (1959)

“Senin için her şeyi yaparım, Messala, halkıma ihanet etmek dışında”

Çocukluk arkadaşı ve şimdi ülkesini işgal etmiş Romalı bir komutan olan arkadaşının ihanetine uğrayan bir Yahudi prensin intikam hikâyesi.

Amerikalı Lee Wallace’ın 1880 tarihli ve kimilerince on dokuzuncu yüzyılın Hristiyanlıkla ilgili en önemli çalışması kabul edilen, aynı adlı romanından uyarlanan bir klasik. Zamanında kazandığı on bir Oscar ödülü ile uzun süre yanına yaklaşılamayan bir unvanın sahibi olan film kazandığı başarı ile MGM şirketini iflastan kurtarmış olması ile de hatırlanıyor bugün. Sinemanın yanısıra sahneye, televizyona ve radyoya da taşınan romanın 1959 tarihli bu uyarlaması en çok bilinen ve ilgi toplayanı olarak da hatırlanıyor ve klasik sinemanın da kalıcı eserlerinden biri olarak kabul ediliyor. Gerçekten de bir klasik bu; bugün biraz hantal görünen anlatımı (araba yarışı sahneleri hariç kuşkusuz) ve klişeleri ile bu film özellikle finale doğru gittikçe dozu artan bir Hristiyanlık güzellemesinin yanında; aşk, intikam, tutku, savaş ve özgürlük gibi kavramları içeren hikâyesi ile hayli uzun süresine rağmen kendisini seyrettirmeyi başarıyor. Zamanında pek dile getiril(e)meyen eşcinsel alt-metninin de ilginç kıldığı film, bir parça eskimiş olmasına rağmen epik sinemanın önemli örneklerinden biri aynı zamanda.

İlk kez 1907 yılında sessiz bir kısa film olarak sinemada hayat bulmuş Wallace’ın romanı. Ardından 1925 yılında Fred Niblo tarafından çekilen bir başka sessiz uyarlama ve sonra da 1959 yapımı bu William Wyler uyarlaması çıkmış beyazperdeye. Son olarak 2016 yılında Timur Bekmambetov’un pek beğenilmeyen uyarlaması ile roman bir kez daha hayat bulmuş sinemada. Romanın bu cazibesinin ardında dinî içeriğinin yanısıra epik havası da etkili olmuş kuşkusuz. Ortalama bir seyirci için ilgi kaynağı olabilecek tutkulu bir aşk, dostluk, ihanet, intikam gibi temaları barındıran bir hikâye eli yüzü düzgün bir şekilde anlatılırsa belli bir ilgiyi garantiye alır kuşkusuz ve burada da bu formül başarılı bir şekilde kullanılmış. Jenerikte her ne kadar senarist olarak sadece Karl Tunberg’in adı yer alsa da Samuel Nathaniel Behrman, Maxwell Anderson, Christoper Fry ve hikâyenin eşcinsel alt-metninin de yaratıcısı olan Gore Vidal’ın da üzerinde epey emek harcadığı senaryo tüm bu başlıkları ticarî sinemanın formüllerine uyarak işliyor ve ortaya sinemanın “büyük”lüğünü (daha çok “fiziksel” bir büyüklük bu, içerikten çok) koyan bir sonuç çıkıyor.

Hikâye, İsa’nın doğduğu tarihte başlıyor ve daha ilk anlarından başlayarak görkemli bir film seyredeceğimizi “müjde”liyor bize. Olağanüstü setler ve binlerce figüranla anlatılan bir hikâye bu. Bir Yahudi Prens’in hikâyesi bu ama özellikle sonlara doğru aynı zamanda İsa’nın da hikâyesi oluyor ve “büyük bir hikâyeyi anlatmak için çekilen bir büyük hikâye” olduğunu sürekli olarak vurgulamaktan çekinmiyor. Filmin alt adının romanda da olduğu gibi “A Tale Of Christ” olduğunu düşünürsek olması gereken de bu elbette. Robert Surtees’in görüntüleri hikâyenin “kutsal” yanını hiç kaçırmıyor ve özellikle başlarda olmak üzere ve hikâye boyunca da sık sık karşılaşacağımız şekilde, dinsel içerikli klasik tabloları anlatan kareler getiriyor karşımıza. Açılış jeneriğine zemin teşkil eden ve kapanışta da karşımıza gelen, Michelangelo’nun “Adem’in Yaratılışı” tablosunun da ima ettiği gibi bir “yaratılış hikâyesi” (hem İsa’nın hem Hristiyanlığın yaratılması olarak düşünebiliriz bunu) anlatan filmin bu içeriğine uygun bir görüntü çalışması çıkarmış Surtees ve gerçekten de takdiri hak etmiş. Kimi görüntüler bugün için bir parça fazla doğrudan görünebilir ve öyle de açıkçası ama hem içerikle örtüşüyor bu görüntüler hem de dönemin sinemasına uygunlar. Kaldı ki ne olursa olsun filmin bir parça propaganda havası taşıdığını da göz ardı etmemek gerek değerlendirmeyi yaparken.

İsa’nın doğumundan sonra 26 yıl ileriye atlıyor film ve arada İsa’nın adının geçmesi ve yaydığı fikirlerin etkisinin gittikçe artmasına rağmen son bölümlerine kadar temel olarak bir intikam hikâyesi anlatıyor bize. Fikirlerle ancak yine fikirlerle savaşılacağına inanan Yahudi Prensin, çocukluk arkadaşı Romalı komutanın kendisinden halkına ihanet etmesini ve devam eden direnişi bastırmasını istemesi üzerine gelişen olaylar bu iki “çok yakın” arkadaşın dostluğunu bozarken seyredeceğimiz intikam arzusunu da başlatıyor. Senaryoyu ayağa kaldırmak için çağrılanlardan biri olan Gore Vidal’ın dokunuşunu en çok hissettiğimiz tema da burada kendisini gösteriyor. Vidal Hollywood’daki örtülü eşcinsellik üzerine çekilen bir belgeselde iki erkek arasında üç buçuk saat sürecek bir çatışma için çocukluk arkadaşı olmalarından daha güçlü bir nedenin olması gerektiğini düşünerek, Charlton Heston’ın canlandırdığı baş kahramanımız Ben-Hur ile Stephen Boyd’un oynadığı Romalı Komutan Messala arasında daha genç yaşlarında yaşadıkları bir aşkı kurgulamış kafasında ve ikilinin birbirlerine karşı olan aşırı sert tepkileri bu aşkın varlığı üzerine inşa etmiş. İşin ilginç yanı Vidal ve yönetmen Wyler bu temadan Heston’a hiç bahsetmemişler ama düşüncelerini açtıkları Boyd’dan keyifli bir onay almışlar. Heston’ın bugün ABD’de “silahlanma hakkı” için mücadele eden ve en sağda duran yıldızlardan biri olduğunu düşünürsek, anlaşılabilir bir tercih olmuş bu. İki karakterin ilk karşılaştıkları sahneden (birbirlerine sevgi, özlem ve hayranlık dolu bakışları, kimi diyaloglarda kendisini gösteren imalar (“Eskisinden de yakınız”, “Evet, her anlamda”) ve mızrak fırlatma oyunu gibi sembolik öğeler dolu bu sahnede) başlayarak ikilinin birlikte göründüğü her kare filmin eşcinsel alt-metnini seslendirip duruyor bize. Bir not olarak filmin başrolü kendisine teklif edilen Rock Hudson’ın rolü kabul ettiğini ama bu eşcinsel alt-metnin -eşcinselliği Hollywood çevrelerinde bilinen ama hayranlarının haberdar olmadığı- aktörün menajeri tarafından Hudson’ın kariyeri için bir risk olarak görülmesi nedeni ile teklifin ret edildiğini de belirtelim.

Ben-Hur’un köleleri olan bir zengin prens olmasını ve kendisinden ihanet talep edilene kadar halkının direnişinden uzak durmasını hiç dert etmemiş film ve hatta kölelerinin mutluluğu ile normalleştirmiş de bu durumu. Sonuçta filmin bir sınıf ayrımı derdi veya benzeri “derin” bir konu ile ilgisi yok. Wyler kendisinin ve yarış sahnelerini çeken yardımcıları Andrew Marton and Yakima Canutt’un (bu sahneleri Wyler kendisi çekmese de tasarlamış ve kurgusunda da bulunmuş) teknik becerileri ile bir epik öykü anlatmayı dert etmiş sadece ve bunu da ticarî sinemanın kalıpları içinde kalarak yeterli bir çekicilikle yapmayı başarmış. Kürek mahkûmlarını nerede ise orgazm olarak adlandırılabilecek bir keyifle çalıştıran Romalı konsülün kahramanımızı evlat edinmesi de örneğin onun kötülüğünü affettirebilecek bir durum değil ama film bunun da üzerinde durmuyor bile. Bir dinsel propaganda var elbette (içeriği Vatikan’ın onayını almış bir film bu) ve özellikle son yarım saatte bu propaganda dozu iyice göze batıyor. Bir çöl sahnesinde zincirlere bağlı olarak yürüyen ve bir yudum su için acı çeken kahramanımızın “Tanrım, bana yardım et” dediğinde yüzü gösterilmeyen bir adamın (İsa olduğunu sonradan anlıyoruz) kendisine su vermesi, yüzü seyirciye hiç gösterilmeyen (dinsel hassasiyetlerle olsa gerek) İsa’ya her bakanın daha ilk görüşte büyülenmesi, vaazını dinlemek için İsa’nın bulunduğu tepeye tırmanan yüzlerce insanın görüntüsü ve cüzzam hastaları mucizesi gibi unsurlarla film bir Hristiyan ayininde gösterilebilecek bir içeriğe sahip.

Bugün filmin en çok bilinen sahnesi dakikalar süren ve at arabaları ile gerçekletirilen yarış bölümü kuşkusuz. Oldukça heyecanlı bu bölüm başarılı kurgusunun da yardımı ile bugün üzerinden geçen altmış yıla rağmen teknik becerisi ile göz dolduruyor ve nefes almadan izleniyor. Tüm bütçenin dörtte birine mal olduğu söylenen ve 10 haftada çekilen bu bölümde olduğu gibi, görkeminin farkında olan ve bunu seyircisine sıkça göstermekten de hiç çekinmeyen film sondaki İsa’nın çarmıha gerilmesi bölümünde de yine ihtişamlı görüntüler getiriyor karşımıza ve tıpkı açılıştaki gibi bir katedralin duvarlarında görsek yadırgamayacağımız içerikte klasik resimler yaratıyor.

Başta da söylediğimiz gibi bir klasik bu; sinemanın geniş kitlelerce benimsenmesini -ve bunun doğal sonucu olarak yapımcı firmanın kasasını doldurmasını- ve yedinci sanatın büyüsünün kabul edilmesini sağlayan örneklerden biri. İsa’nın doğumu ile başlayıp çarmıha gerilmesi ile sona eren bu hikâye, rolü ile Oscar kazanan Heston (açıkçası diğer adaylar Jack Lemmon (“Some Like It Hot”), Jack Stewart (“Anatomy of a Murder”), Laurence Harvey (“Room at the Top”) ve Paul Muni (“The Last Angry Man”) ile kıyaslandığında ödülü ne kadar hak ettiği tartışmaya açık) ve Stephen Boyd başta olmak üzere tüm oyuncularının performansları, müzikleri hazırlayan Miklos Rozsa’nın klasik Hollywood müziklerinin çok iyi bir örneği olarak gösterilebilecek görkemli ve dramatik çalışması, tüm set tasarımları ve sanat yönetmenliği çalışmaları, Ralph E. Winters ve John D. Dunning’in müthiş bir teknik beceri içeren kurgusu ile izlenmeyi hak eden bir film. Biraz eskimişliğine, ticarî sinemanın tüm numaralarına başvurmasına ve propagandasına rağmen bir klasik ne de olsa.

Roman Holiday – William Wyler (1953)

“Bu çok garip bir durum. Bugüne kadar giyinikken bile bir erkekle bir yalnız kalmadım. Üzerimde hiçbir şey yokken daha da garip”

Roma’da görevli bir Amerikalı gazeteci ve yaşadığı protokol hayatından kaçan bir prensesin hikâyesi.

1950’lerin Amerikan sinemasından gerçek bir klasik. Romantik komedi türündeki film modern bir masal havasında ilerleyen bir senaryoya ve parlak oyunculara sahip olan ve ilk yarısındaki kimi kusurlarına karşılık özellikle son yarım saati ile bu kusurlarını affettiren bir çalışma. Senaryosu Hollywood’daki komünist avı sırasında kara listeye alınan Dalton Trumbo tarafından yazılsa da problem yaşanmaması için jenerikte Ian McLellan Hunter ve John Dighton’ın adlarının kullanıldığı filmi bir ara Frank Capra’nın çekmesi de söz konusu olmuş ama “Amerikan değerlerine” mutlak bir bağlılığı olan Capra Trumbo’nun adından çekinip filmin haklarını satınca, liberal görüşleri nedeni ile kendisinin de başının derde girmesinden endişe eden William Wyler için Roma’da çekilecek bu film iyi bir kaçış fırsatı olmuş. Son bir not olarak da görüntü yönetmenliğinde iki ayrı ismin imzasının olduğunu çünkü ilk yönetmen Franz Planer’in hastalanması nedeni ile işi Henri Alekan’ın devraldığını belirtelim.

Saray protokolünden ve yapay hayatından, gençliğini yaşayamamaktan ve normal bir kadının hayatını sürdürememekten muzdarip genç kadının kendisini Roma sokaklarına atması ile başlıyor film ve karşısına çıkan Amerikalı gazeteci ile olan arkadaşlığı onun için hayatının ilk ve belki de tek gerçek yakınlığının anısına dönüşüyor. Hikâye tersinden bir Külkedisi masalını anlatıyor aslında. Tüm o zenginlik, şatafat ve rahatlıkla birlikte gelen yapay hayattan kaçıp kısa bir süre için de olsa gerçek ve samimi insanlarla normal bir hayatı tatmanın peşine düşen kadının bu hikâyesini anlatırken film hemen hiç yeni şey söylemiyor aslında. Üstelik özellikle ilk yarısında sonradan üzerinden neyse ki atacağı bir durgunluğu da var. Aşk Çeşmesi’nden İspanyol Merdivenleri’ne ve Kolezyum’a şehrin tüm turistik mekanlarının da -kaçınılmaz bir şekilde- yedirildiği hikâyenin başı, gelişimi ve sonu tahmin edilenin ötesine hemen hiç çıkmıyor. Ne var ki Amerikan sineması için o tarihlerde hayli yeni olan bir uygulama ile pek çok sahnesi dış çekimlerle oluşturulan film yine de bir büyüyü tutturmayı başarıyor. Bu büyünün arkasında da üç oyuncunun (kahramanlarımızı canlandıran Audrey Hepburn ve Gregory Peck ile adamın fotoğrafçı arkadaşını oynayan Eddie Albert) büyük payı var öncelikle.

Sinemadaki bu ilk önemli rolü ile Oscar alan Hepburn karakterinin hüznünü ve sıkışmışlığını parlak bir performans ile karşımıza getirirken tüm güzelliğini ve zarafetini de hikâyenin emrine sunuyor. Başlangıçtaki mutsuz genç kızı, sonrasındaki uçarı genç kızı ve nihayet unutamayacağı bir anının desteği ile hâlâ mutsuz ama artık güçlü genç kadını düzeyi hiç düşmeyen bir oyunculuk ile canlandırıyor. Finalde içinde fırtınalar kopan ama susmak zorunda kalan kadına getirdiği yorum veya tüm o romantik komedi anlarındaki enerjisi ve dinamizmi ile seyircisini büyülüyor adeta. Gregory Peck, Amerikan sinemasının bu güçlü oyuncusu burada belki çok özel bir performans sunmuyor ve açıkçası senaryo da kendisine bu konuda pek yardımcı olmuyor ama özellikle finalde o da çok iyi. Eddie Albert ise senaryonun karakterini biraz yüzeysel bırakmış olmasına rağmen sağlam bir yardımcı oyunculuk sergiliyor. Bu üçlünün kafede veya mavnada geçen sahnedeki takım oyunları da çok iyi kesinlikle.

Filmin özellikle başlardaki bir parça düşük temposu bu hikâyenin William Wyler’ın değil ama örneğin Billy Wilder’ın elinde daha parlak bir görüntü sergileyeceğini düşündürtmüyor değil açıkçası. Bu bölümlerde film yeterince güçlü bir akıcılığa sahip değil öncelikle. Wilder’ın seyirciyi avucunun içinden hiç bırakmayan yönetmenliğine karşılık bu anlarda Wyler zaman zaman seyirciyi kendi haline bırakıyor sanki. Ne var ki son yarım saattte Wyler usta yönetmenliği ile kelimenin tam anlamı ile döktürüyor ve başta basın toplantısı sahnesi ile olmak üzere filme damgasını vuruyor. Hepburn ve Peck ikilisinin yine başta bu sahnede olmak üzere filmin tam da ihtiyaç duyduğu şeyleri, masumiyeti ve çekiciliği aynı anda seyirciye sunabilmeleri Wyler’ın en büyük desteği oluyor ve filmin bir klasik olmasına büyük katkı sağlıyor. Wyler turistik Roma’ya başvuruyor zaman zaman ama şehrin mahallelerinden ve halkından yakaladığı görüntülerle (arada kameraya bakanlardan kaçınamadan!) veya filme keyif katan kuaför gibi tiplemelerle şehri yine de hikâyenin parçası yapmayı başarıyor. Filmin ilk bölümlerinde Peck ve Hepburn arasında romantik komedinin olmazsa olmazı olan “elektriği” pek tutturamasa da sonradan açılan film görülmesi gerekli bir klasik özetle.

(“Roma Tatili”)