Mommy – Xavier Dolan (2014)

mommy“Hiçbir anne bir sabah uyanıp artık oğlunu sevmemeye başlamaz. Anlıyor musun? Değişecek olan tek şey seni gittikçe daha da çok sevecek olmam. Ama sen beni gittikçe daha az seveceksin… Hayatın akışı bu ve bunu kabul etmemiz gerekir. İşlerin doğal akışı bu ve sen de bir gün bunu anlayacaksın. Ne dediğim açık mı, anlıyor musun?”

Bekâr bir anne, “dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu” olan oğlu ve hayatlarına giren bir komşu kadın arasındaki ilişkilerin hikâyesi.

Kanadalı genç sinemacı Xavier Dolan’ın yazdığı ve yönettiği, 2014 yapımı bir film. Henüz yirmi yaşındayken çektiği “J’ai Tué Ma Mére – Annemi Öldürdüm” ile sinemaya sağlam bir giriş yapan ve daha sonra çektiği tüm filmlerle de hep ödüllendirilen Dolan bu beşinci filminde ilk filminde olduğu gibi bir anne ve oğul ilişkisini anlatıyor, tüm çetrefilli yanları ve güzellikleri ile. Sanatçının sinemaya getirdiği taze ve yenilikçi bakışın izlerini taşıyan çalışma kolayca sıradan ve klişe olabilecek bir hikâyeyi kimi anlarında hayli parlak bir başarı ile anlatıyor bize ve gerçek bir sinema keyfi yaşatıyor sık sık. Hayalî bir kanun (ebeveynlerin ciddi davranış sorunları olan çocuklarının velayetini devlete devretmesine imkân veren bir kanun bu) nedeni ile bir annenin zor bir çocuk karşısında karşı karşıya kaldığı ikilemi ve mücadelesini anlatırken sevgi üzerine de çok şey düşündürüyor seyirciye film. Komşu kadının da katılması ile nerede ise bir üçlü “aşk”a dönüşen hikâyeyi anlatırken başvurulan teknik tercihler de filme bir farklılık katmış kesinlikle. Cannes’da Jüri Ödülü’nü paylaşan yapım melodram, dram ve hatta -klasik anlamı ile olmayan bir şekilde- müzikal havasını taşırken, üç baş oyuncusu (anne rolündeki Anne Dorval, komşu kadını oynayan Suzanne Clément ve çocuğu oynayan Antoine-Olivier Pilon) ile de dikkat çekiyor. Diyalogların yerini sessizliğe çok fazla bırakmadığı bu “gürültülü” film müziği kullanımı ile de başarılı ve görülmeyi kesinlikle hak ediyor. Hikâyelerini anlatırken karakterlerinin kimliklerini (cinsel kimlikler bunlar çoğunlukla) çıkış noktası yapan ve burada olduğu gibi onların sınıfsal aidiyetlerini unutan bir isim Dolan ki bu bir süre sonra bir tıkanmaya veya tekrara neden olabilir eserlerinde, ve bu filmin de belki kaçırdığı bir fırsatın da nedeni oluyor bu yaklaşım: Film sosyal gerçekçi bir bakışı ihmal ediyor. Bu kusuru bir yana bırakılırsa, Dolan bir kez daha çekici sineması ile sinemaseverlere hayli keyifli anlar sunuyor yine. Kaçırılmamalı.

Dolan hikâyesini anlatırken görüntünün oranları için farklı bir tercihte bulunmuş ve görüntünün boyunu ve enini eşitlemiş. Günümüz sinemasında genellikle 1.85’e 1 veya 2.35’e 1 olarak kullanılan oranlar bu farklı tercihle görüntünün bir dikdörtgen değil bir kare olarak karşımıza gelmesini sağlamış. Dolan bunu tercih etmesinin sebebi olarak “karakterlerin -bize yansıyan- duygularını çoğaltmak” arzusunu gösteriyor ve açıkçası zaman zaman başvurduğu yakın planların da yardımı ile bu arzusunu fazlası ile gerçekleştirmiş görünüyor. Annenin ağladığı ve oğlunun onu teselli ettiği sahne bu “duyguları çoğaltma” işinin çarpıcı bir başarı ile yakalandığı sahnelerden biri oluyor ve yönetmenin derdini çok iyi anlatıyor bize. El kamerası ile çekilen sahnelerin ağırlıkta olduğu filmin hikâyesi bir anne ile oğlu arasındaki ilişkiyi anlatırken bize, bu ilişkinin inişli çıkışlı anlarını -çocuğun psikolojik rahatsızlığı nedeni ile hayli zorlaşan bir ilişki bu- tüm çıplaklığı ile gösteriyor. Dolan’ın oğlanın rahatsızlığını belki sembolik bir anlamda kullandığını düşünmek de mümkün; bu ilişkinin doğasında var olan “hastalıklı” karakteristiğinin altını çiziyor denebilir bu kullanım şekli ile.

Dolan filminde kimi gerçek kimi hayal edilen mutluluk sahneleri yaratmış ki görselliği ile kesinlikle kayıtsız kalınamayacak anlar bunlar. Örneğin annenin oğlunun (ve dolayısı ile kendisinin) gelecekteki mutlu hayatını hayal ettiği düşsel sahne kurgusu, görselliği ve kamera hareketleri ile göz alırken, anne ve komşu kadının bisikletle oğlanın ise kaykayla gezindiği sahne sakin düşselliği ile etkiliyor seyredeni. Dolan’ın zaman zaman başvurduğu yavaşlatılmış çekimler zamanın karakterler için durduğu ve açıkçası sizin de durmasını isteyeceğiniz anlarda akıllıca kullanılıyor ve yönetmenin teknik becerideki ustalığının bir göstergesi oluyorlar. Karaoke sahnesinden doğum günü sahnesine güçlü bir duygusallık yakalıyor Dolan ve seyircisini karakterlerinin hislerine ortak etmeyi başarıyor. André Turpin’in sarı renk ağırlıklı görüntülerinin, hikâyenin içerdiği sıcak anların örtmediği trajedisine hoş bir zıtlık yarattığı filmde, aralarında kapanış jeneriğinde dinlediğimiz Lana Del Rey şarkısı “Born To Die”ın da yer aldığı şarkılar ve filmin Noia imzalı müziği de birer çekicilik kaynağı olarak yerlerini almışlar.

Dile getirilenler kadar getirilmeyen aşklar/arzuların da damgasını bastığı bir hikâyesi var filmin: Çocuğun annesi ile ilk kez geldiği mahallede bir erkek çocukla kısacık süren bakışmaları ve elbette iki kadın arasındaki ilişkinin hep ortada duruyor gibi görünen ama hiç konuşulmayan karakteri. Bu suskunluklar filme hayli hüzünlü bir hava da katıyor ve Dolan’ın bilinçli olarak “başıboş bırakılmış” görünen anlatım biçiminin yarattığı “kaos”a tuhaf bir uyum içinde denge getiriyor. Anne Dorval’ın zor bir rolün altından zaman zaman bir parça fazla gösterişli görünmesine rağmen rahatlıkla kalktığı filmde Suzanne Clément daha sakin bir performansla hikâyenin dile getirilemeyen yanlarının sembolü olmayı başarıyor. Genç oyuncu Antoine-Olivier Pilon ise hiç yerinde duramayan, bir duygudan ötekine savrulan ve tehlikeli bir öfkeden sevecen bir çocuksuluğa gidip gelen karakterini hayli dinamik bir oyunculukla getiriyor önümüze ve ilgiyi hep üzerinde tutmayı beceriyor göründüğü her karede. Her üç oyuncu ile de daha önce çalışmış Dolan ve belki bunun da etkisi ile üçü arasında dikkat çeken bir uyum yakalamış görünüyor. Yönetmenin belki de en büyük başarısı, genel olarak bakıldığında, bir yandan naif duran ama bir yandan da hayli güçlü görünen, bir başka ifade ile söylersek olgunluğun/oturmuşluğun tazeliğe/yenilikçiliğe baskın çıkmamayı başardığı bir sinema dili yaratması ve bu dili kendisine ait kılabilmesi; dolayısı ile sevmeyenlerinin de bir şekilde en azından ilgi göstereceği filmler çekiyor Dolan bu örnekte olduğu gibi. Sadece yazmak ve yönetmekle kalmayıp, filmin kurgusunu yapan, yapımcılarından biri olan ve kostümlerin tasarımını da yapan sanatçının yeteneğinden kuşku duymak imkânsız elbette ve onun şimdilik hep kişisel hikâyelerin peşinde koşup, kendi ifadesi ile “işçi sınıfından karakterler”i anlattığı bu hikâyede bile toplumsal veya sosyal boyutlardan uzak durmasını da eleştirmeye hakkımız yok, en azından şimdilik. Yine de, çok uzun sürmesini dilediğimiz kariyerinde hikâyelerini toplumsal olana bir parça daha yaklaştırmasını beklemek pek de yanlış olmasa gerek.

(“Ana”)

2010 Festival Notları 7

Çağrı (The Calling) – Jan Dunn : Hedefini tutturamamış bir ironik yaklaşım. Din, cinsellik, fedakârlık. Eksik kalan bir senaryo.”You’ll never walk alone” dışında vurucu olmayan espriler. Neyin amaçlanacağında kararsız kalınınca her şey kendiliğinden akıp gitmiş sanki. Tesadüfen denk gelen birkaç sahne dışında etkisiz.

 

Annemi Öldürdüm (J’ai Tué Ma Mère) – Xavier Dolan : Gerçek bir keşif. İlk film için yeterince olgun, dürüst, açık sözlü, çarpıcı, samimi, “doğrudan”. Anne-erkek çocuk ilişkisi üzerine bir sevgi-nefret filmi daha. Aşılamayan ve hayatı zorlaştıran tavırlar, insan değiş(ir-emez) üzerine bir el alıştırma. Hikâye anlatmanın en temel şartının içtenlik olduğunu gösteriyor. Sonraki filmleri için çok yüksek beklenti yaratan, çarpıcı bir anlatıma sahip, elini hiç bir şeyden sakınmayacağını gösteren bir yönetmen. Salonu terk edince iz bırakan, üzerinde düşüneceğiniz o filmlerden. Sinema için umut var dedirten.

(“I Killed My Mother”)

 

Akıntıya Karşı (Contracorriente) – Javier Fuentes León : “Farklı” aşkları sıradan dünyalara taşıdığı için bile ilgiyi hak ediyor; taraflardan biri bir sanatçı olsa da. Bir parça daha olgun bir anlatımın daha üst düzeylere taşıyacağı, yerelliği vurgulamamaya çalışsa da teması yeterince ve iyi ki yerel olan bir film. Zaman zaman gereğinden fazla düz bir anlatıma geçen ama yine de Serseri Mayın’ların “pembe şeker” anlatımından çok uzakta kalan bir çalışma. Keşke yönetmen fikri oluşturduktan sonra, biraz uzaktan ve farklı bir gözle tekrar bakabilseymiş konusuna.

(“Undertow”)