Zoraki Diplomat – Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1934 – 1954 yılları arasındaki “zoraki” diplomatlık kariyerini ele aldığı anı kitabı. Kariyerinin “zorakili”ğini isteksiz kelimesi ile açıklıyor ve kitabın başında diplomatlığa nasıl bulaştığını anlatıyor yazar. Kendisinin de içinde olduğu ve Kadro dergisi etrafında örgütlenen ve dergide yazanların Ankara’da hükümet çevrelerine verdiği rahatsızlık sonucu, Atatürk’ün hem onu korumak hem de oluşan rahatsızlığı önlemek için Karaosmanoğlu’nu Tiran’a elçi olarak göndermesi ile başlıyor bu kariyer ve Tiran, Prag, Lahey, Bern, Tahran ve tekrar Bern’da geçen on yedi yıl boyunca sürüyor. Kitabın başına alınan ve yazarın Atatürk’e hitaben yazdığı 30 Kasım 1937 tarihli mektup ve kendisini diplomatlık kariyerinin içinde hangi gelişmeler sonucunda bulduğunu anlattığı ilk bölüm Karaosmanoğlu’nun Atatürk sevgisinin somut ifadeleri ile dolu ve adeta bir kutsal kişilikten bahseder gibi bahsediyor ondan. Yazar Tiran’daki günlerine kadar olan bölümü ise diplomatlığın kendi karakterine ne kadar uygunsuz olduğunu anlatmak için kullanırken, daha sonra elçilik günleri bölümlerinde ne yazık ki pek kullanmadığı bir ironik üslup benimsemiş ve hayli çekici kılmış bu satırları. Kitabın sonundaki “Haşiye” (Dipnot) adını verdiği bölümde de ayrıca vurguladığı üzere, diplomasi sistemini nerede ise yerden yere vuruyor ve kitabını dünyanın geleceği hakkındaki olumsuz düşünceleri ile bitirirken, bu olumsuz resmin ardındakilerden birinin “yüksek diplomasinin devlet ve siyaset adamlarına ve zaferin büyük adamlarına akıl hocalığının korkunç ve kanlı” etkisi olduğunu ifade ediyor. Bu sistemin kuralları içinde hareket eden ve birikimlerine, inceliklerine ve yetkinliklerine genel olarak lâf etmediği diplomatları da bu korkunç sistemin hem aracı hem de kurbanı olarak görüyor Karaosmanoğlu ve “… itiraf etmeliyim ki, diplomasi âlemi hayatımın en büyük hayal kırılışlarından birine saha olmuştur” diye özetliyor bu sistem hakkındaki görüşünü.

Giriş ve dipnot bölümü dışında, kitabı elçilik yaptığı şehirlere göre bölümlere ayırmış Yakup Kadri ve elçiliğin zorluklarından da (kendi karakterine uygunsuzluğunu da katarak) bahsettiği anılarında elçilik görevlerinde yaptıklarına çok fazla ağırlık vermeden (dolayısı ile “dedikodu veya sır” peşinde olanlara hemen hiç hitap etmeden), daha çok görev yaptığı şehirin ve ülkenin, halkının ve devlet adamlarının bir portresini çizmiş kıvrak kalemi ile. Kitabı çekici kılan temel unsurlardan biri yazarın görev yaptığı yıllların içine İkinci Dünya savaşını alan bir dönem olması. Hem yaklaşan savaşın sesi ve gittikçe artan gerilim, hem savaşın ortasında yaşanan günlerin dehşeti hem de savaş sonrasında dünya Batı ve Doğu Bloklar’ı arasında paylaşılırken yaşananlar kitabın hemen her satırında karşımıza çıkıyorlar. Bu satırlar aynı zamanda hayli katı bir komünizm karşıtlığı ve sık sık dile getirilen ve “Batı’nın zayıflığı”ndan kaynaklanan hayal kırıklıklarını da içeriyor. Rus diplomatların becerisi ve etkileyiciliğine de hayıflanma dolu bir övgü var kitapta. Yazarın dünya ahvali üzerine analizleri bugünkü gözle bakıldığında o kadar da orijinal görünmüyor belki ama kitabın 1950’li yılların ilk yarısında yazılmış olduğunu unutmamak gerekiyor.

İran Şahı Rıza Pehlevi ve eşi Süreyya’dan Arnavut Kralı Zog’a kadar kimi ünlü şahsiyetler de kısalı uzunlu diplomasi anıları ile yer almış kitapta ama burada kitabın “eksiklik” olarak görülebilecek bir yanından söz etmek gerekiyor. Yazarın diplomasi dünyası, siyasi kişilikler/olaylar ve dünya politikası üzerine analizleri arasında gidip gelen kitabı bu alanları her zaman dengeli olarak ele almamış gibi ve bazen bu alanların bir kısmı zayıf kalırken bir diğeri hayli fazlası ile öne çıkıyor. Açıkçası elçilik anıları üzerine kurulu olan bir kitabın bu anılara çok daha fazla yer vermesini de bekliyorsunuz okurken. Özellikle elçilik yıllarının dünya tarihinin en karışık günlerinden bir kısmına denk geldiğini ve örneğin Arnavutluk gibi kısa bir süre öncesine kadar Osmanlı toprakları içinde olan Arnavutluk gibi yerlerde görev yapıldığı düşününce, yazarın neleri anlatmadığını (basiretli bir devlet adamı olarak hareket etme düşüncesi ile belki de) düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. Türkiye’nin o dönemdeki dış politikasına da kimi eleştirileri var yazarın ama bunlar hep “devlet adamı” olmanın süzgecinden geçmiş gibiler. Eksikliklerden söz açmışken, kitabın ele aldığı onca önemli kişinin ve savaş yıllarının fotoğrafları ile “süslenmemiş” olmasını da söylemek gerekir. Pehlevi ile Süreyya’nın düğününden kızı Abdülhamit’in oğlu ile evlenen Arnavut Kralı’na, savaşın ortasındaki Prag ve Lahey’den Prag’da casusluk yapan ve Proust hakkında eser yazmış Fransız diplomata (ismini belirtmemiş Karaosmanoğlu) hayli ilginç kişi ve yerler var söz konusu olan ve fotoğrafların ciddi bir katkısı olabilirmiş kitaba.

Kitap o günkü Türkiye’in kimi bugüne de sarkan “resmi devlet” bakışının da izlerini taşıyor zaman zaman. “Nitekim, Yemen’le Dersim kelimeleri de birbirlerine ne kafiye, ne seci (düz yazıdaki cümle içinde yapılan kafiye) düşmedikleri halde gene hayalimizde böyle bir korkunç benzerlikle eşitleşirlerdi” cümlesi Dersim’e (ve devletin orada yaptıklarına) resmi bakışın izini taşıyor örneğin veya Prag’da Alman işgali günlerini anlatan bölümlerde Yahudiler’e yönelik -o amaçla yazılmış olmasa da- dozu kaçmış ifadeler yer alıyor. Benzer şekilde Rıza Pehlevi’ye karşı Tahran’da yapılan bir suikast girişiminde şahın etrafındakilerin “ya kaçışmaları ya da şaşırıp donakalmaları”nı “Bu da Şarklı ahlâkiyatının tipik özelliğini gösteren bir vakıadır” diye açıklaması da pek “şık” durmuyor bugün. Özellikle bu son örnek, Karaosmanoğlu’nun Tahran günleri için diğer yazdıkları ile birlikte düşünüldüğünde, Türkiye’nin Batı’ya ve Doğu’ya bakışının ve “aydınlanmacı Kemalist ideoloji”k duruşunun bariz bir yansıması. Yazarın kitap boyunca karşımıza çıkan sıkı komünizm karşıtlığını, ABD’de McCarthy’nin “komünist” avını adeta desteklemesi ve bu avın kamuoyunun baskısı nedeni ile etkisini yitirince, onun yaftaladığı aydınların yavaş yavaş itibarlarını kazanmasını eleştirel bir bakışla anlatması ile birlikte ele alarak da yazarın resmi ideolojimizi seslendirdiğini söyleyebiliriz rahatlıkla.

Y.K.Karaosmanoğlu’nun zoraki oluşan kariyerinin anılarını içeren kitap hem o yılları hatırlamak hem de yazarın keyifli üslubu ile karşımıza gelen kişi ve olaylar üzerine düşünmek için çok iyi bir fırsat aslında. Hem elçilik görevi yaptığı ülkelerin hem de o sırada Türkiye’nin havasından karşımıza getirdikleri de önemli kesinlikle.

Sodom ve Gomore – Yakup Kadri Karaosmanoğlu

İşgal altındaki İstanbul’u ve oradaki soysuzlaşmayı anlatan bir roman. Adı Sodom ve Gomore olunca bir kitabın, ne beklerseniz tümü var bu kitapta. Başta da cinsellik olmak üzere her türlü yozlaşma. Yakup Kadri o dönem İstanbul halkının tümünü ve özellikle zenginlerini yerden yere vururken tasvirleri ve kullandığı ifadeler ile onları gerçekten de Sodom ve Gomore halkları ile aynı yere koyuyor ve tüm hayatın çıkar, zevk, sefahat ve ihanetlerle dolu olduğu bir şehiri getiriyor karşımıza.

Yazarın öfkesinin ağır bastığı ve edebi yanından çok işaret edici ve yargılayıcı tavrı ile dikkat çeken bir kitap bu. Tutku ile karışık bir aşk hikâyesinin biraz garip durduğu ve yazarın hikâye anlatmak değil soysuzlaşma örneklerini sıralamak odaklı romanı, yazarın kişilerinden nefret ettiği bir romanı yazdığını fazlası ile belli eden bir çalışma. Özellikle İngilizlere saldıran, emperyalizmden de bahseden ama zaman zaman mütareke döneminde İstanbul’da soysuzluk örnekleri kataloğu havasından kurtulamamış bir roman.

Ankara – Yakup Kadri Karaosmanoğlu

ankaraYolundan çıkan, hedefini kaybeden, ülküsünü unutan bir devrimin Ankara üzerinden hikâyesi. Romanın kadın kahramanın üç ayrı evliliği üzerinden üç ayrı Ankara; idealizm, yozlaşma, ütopya. Romanın son bölümündeki ütopyanın çığrından çıkmış dozu (İçtimai Mükellefiyet Teşkilatı’nın kooperatif şubelerinin çalışmaları, herkesin sadece ” umumi kaygılar, umumi arzular, umumi ihtiyaçlar, umumi kederler, umumi neşeler içinde yanması”, planlı ekonomi ve Ankara güzellemeleri) hissedilen hayal kırıklığının boyutu ile doğru orantılı. Bugünkü Ankara ile şehircilik, insanlar, kültürel hayat, siyaset, idealler alanında kısa karşılaştırmalar bile ütopyanın boyutu hakkında fikir vermeye yeterli. “Başarısızlığın” nedenleri üzerine düşünme fırsatı yaratan ama bu konuda derin analizler içermeyen, özellikle son bölümde zaman zaman hikâyenin geri plana düşmesi ve hatta kaybolması ile etkisini yitiren bir roman. Yine de 20’ler ve 30’lar Türkiye’si üzerine düşünmek için bir araç.