Maden – Yavuz Özkan (1978)

“Bu dünya bizim ulan, hıyar! Şöyle bak bir etrafına, bak bir. Gördüğün ne varsa bizim eserimiz. Ama sonuç ne? Biz kuralım, sonra kendi ellerimizle kurduklarımızın altında ezim ezim ezilelim. Daha sandık başına gidip bir işçi gibi oy kullanmayı bile öğrenemedik be. Sözüm ona aklımız var ama neye yetiyor? “Kader” demeye, “kısmet” demeye, “alın yazısı” demeye”

İşçi güvenliği için gerekli önlemlerin alınmadığı, sendikanın patronun yanında durduğu bir madende çalışan işçilerin hak mücadelesinin hikâyesi.

Senaryosunu (Mahmut Tali Öngören’in de katkı sağladığı söyleniyor) ve yönetmenliğini Yavuz Özkan’ın üstlendiği, 1978’deki 15. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Film, Erkek Oyuncu (Tarık Akan), Kadın Oyuncu (Hale Soygazi) ve Yardımcı Kadın Oyuncu (Meral Orhonsay) dallarında ödül alan film sinemamızda işçi hakları denince akla ilk gelen yapıtlardan biri. Festivalde Atıf Yılmaz’ın bugün sinemamızın klasiklerinden biri olarak kabul edilen “Selvi Boylum Al Yazmalım” adlı filmini de geçerek birinci olan çalışma Özkan’ın kendi maden işçisi geçmişinin de katkısı ile sinemamızda pek görmediğimiz türden bir gerçekçilik duygusu yaratmaya çalışan, tüm ülkenin hayli sert bir politik ortama sahip olduğu o yıllarda bu politik atmosferi tamamen yansıtan ve aynı nedenle zaman zaman mesaj kaygısına da kapılan bir çalışma. Ödül alan üç oyuncuya yine başrolde Cüneyt Arkın’a da yer vererek sinemamızda o dönemlerde oldukça nadir olan “rakip yıldızlar”ı bir araya getirmiş olması ile de dikkat çeken filmin hikâyesinin günümüz Türkiye’sinde de aynı şekilde anlatılabilecek olması kadar, artık bu hikâyelerin çekilm(e)memesinin de acı bir durumun yüzümüze çarpmasına neden olacağı gerçeği nedeni ile de görülmesi gerekiyor bu klasiğin.

Tarık Akan ile Cüneyt Arkın’ı içeriği bu denli doğrudan politik olan filmde bir araya getirebilmesi önemli yanlarından biri bu çalışmanın. Sinemamızın yakışıklı jönü olarak kullanılmaktan sıkılan Akan’ın özel gayretlerinin önemli bir payı olduğu bu durum, oyuncunun kendisi için de kariyerinde bir dönüm noktası olmuştu. Akan yaratılmasında kendisinin de önemli bir payı olan bu fırsatı çok iyi değerlendiriyor ve maden işçisi Nurettin rolünde çok başarılı bir performans ortaya koyuyor. Hale Soygazi de panayır şarkıcısı ve halkacı kız rolünde işini kesinlikle iyi yapıyor ama açıkçası o yıl festivalde olan Türkan Şoray’ın Selvi Boylum Al Yazmalım’daki oyunculuğunun önüne geçen bir performansı olduğu tartışmalı bir parça. Bu durum muhtemelen jüride sol siyasete yakın isimlerin (Genco Erkal, Onat Kutlar, Şanar Yurdatapan, Vecdi Sayar, Tan Oral gibi) olması ile açıklanabilir ve onun gibi bir diğer ödüllü isim Meral Orhonsay da senaryo kendisine yeterince güçlü sahneler vermese de işini iyi yaparak filme katkı sağlıyor. Cüneyt Arkın ise gayriresmi işçi lideri İlyas rolünde o dönemde bolca çektiği filmlerdeki karakterlerine ödünç verdiği mimiklerinden sıyrılabildiği anlarda etkileyici ama o klişe mimiklere sık sık teslim de olduğu bir performans gösteriyor. Sonuç olarak Akan’ın Nurettin karakteri oldukça gerçekçi ve doğal görünürken, İlyas karakteri diyaloglarındaki mesajlı cümlelerin de olumsuz katkısı ile bir parça yapay duruyor zaman zaman.

Açılış ve kapanış görüntülerinde kendi politik duruşuna da uygun olan, umut ve dayanışma dolu anlar getiriyor karşımıza Yavuz Özkan. Karanlık bir tünelde yürüyen, başlarındaki lambalı madenci kaskları ve gittikçe yükselen ayak sesleri ile birlikte hareket etmenin gücünü hatırlatan işçileri görüyoruz açılışta; kapanışta ise bu kez maden ocağının dışında kol kola girerek yürüyen işçileri gösteriyor bize yönetmen. 12 Eylül darbesinin ve ardından gelen Özal iktidarının yok etmek istediği tam da buydu: Politik bilinç, mücadele ve dayanışma ruhu. Bunun yerine en radikalinden bir bireyselliği ve “başa gelenler”e razı gelinmesine ikna edecek bir kaderci anlayışı koymaktı bu rejimlerin hedefi. İşçilerin içindeki en ve baştaki belki de tek politik bilince sahip karakter olan İlyas’ın bir göçük sonucu gerçekleşen ölümleri kader olarak niteleyen arkadaşlarına verdiği cevaptı bu rejimlerin istediği: “Bunun neresi alın yazısı? Bu, bal gibi patron yazısı!”. Tespit edilebilen sayılara göre 2018’de 1.923, 2019’da ise 1.736 işçinin “kaza”larda hayatını kaybettiği ülkenin bu gerçeğini normal göstermek son yıllarda gittikçe dozu artan bir şekilde iktidarların hep başvurduğu bir yöntem oldu Türkiye’de. İşçi arkadaşlarını bilinçleştirmeye çalışan ve birlikte mücadele etmeye çağıran İlyas’ın mücadelesi sadece bu kaderci anlayışa karşı değil; işverene, her zaman onların yanında yer tutan devlet organlarına ve milliyetçi söylemlerle işçileri oyalayan sarı sendikaya karşı da savaşıyor İlyas. Oysa çok zor bir mücadeledir bu ve Özkan’ın hikâyesi temel olarak bu zorluğun farkında olan ve altını çizen bir anlayışa sahip olarak gerçekçi davranıyor. Finalinde ise bir mutlu sonu değilse bile, mutlu sona götürecek yolu işaret ediyor 1970’lerin politik atmosferine uygun olarak. Buna karşılık, İlyas’ın kendisine gelen ve bir kadının yazdığı mektubu okuduğu sahne oldukça eğreti duruyor ve inandırıcılığı zedeliyor politik saptama ve mesaj verme kaygısı ile. Kadının kimliği, abi diye hitap ettiği İlyas ile ilişkisi vs. hakkında herhangi bir bilgi vermiyor film ama öldürülen devrimcilerden, emperyalizmden söz eden; devrimci güçler arasındaki ayrılıklardan şikâyet eden kadının bir politik bildiri havasındaki cümleleri hayli zorlama duruyor hikâyenin içinde. Mektubu bitiren cümlelerin de (“Size güveniyoruz, abi, size. İşçilere güveniyoruz”) desteklediği bu mesaj verme gayreti sinema bakışı açısından doğru olmamış elbette.

Temel olarak bir romantizm ve / veya aşk unsuru olarak filme eklenmiş görünse de, çadır tiyatrosu karakterlerini sömürünün bir başka türünü (cinsel olanını) anlatmak için kullanıyor Yavuz Özkan. Hale Soygazi’nin sessiz karakterinin içindeki isyanı başarı ile canlandırdığı şarkıcı ve halkacı kadın karakteri Nurettin’in İlyas aracılığı ile eriştiği politik bilince ek bir boyuta erişmesini sağlıyor. Böylece Özkan hikâyesini işçi sınıfının sömürülmesi üzerine kursa da, genel olarak bir düzen eleştirisine de adım atmış oluyor ve iktidarların cinselliği de toplumu yönetmenin araçlarından biri olarak kullandığını hatırlatıyor. Nurettin ile kadın arasındaki sonuçsuz ilişki hemen tüm boyutları ile oldukça iyi işlenmiş ama iki karakter arasındaki “bağrışma” sahnesi çok abartılı ve hiç yakışmamış senaryoya. Oldukça kaba bu sahnenin yanısıra sendikacının (Üzerine Türk bayrağı serilmiş bir masanın önünde konuşuyor bu sarı sendikacı ve aynı numaraya bugün de başvuranları hatırlatıyor acı bir şekilde) Yeşilçam’ın kötü karakterleri karikatürize etme alışkanlığına bağlı kalınarak oluşturulması da yanlış olmuş. Oysa Nurettin gibi çok doğal bir karakter yaratan ve onu canlandıran Akan’ın müthiş sade performansı ile bu karakteri elle tutulur kılan senaryonun sendikacıyı da daha doğal çizebilmesi gerekirdi. Son olarak Nurettin’in evini beyaza boyama sahnesinin de anlamını seyirciye geçiremeyen, abartılı bir bölüm olduğunu belirtelim.

Özkan’ın yönetmen olarak iki önemli başarısı var burada: Maden ocakları içindeki çekimler dört dörtlük denecek bir gerçeklik içeriyor ve doğal ışık(sızlık) kullanılarak mekânın karanlığına müdahale edilmiyor olması gerektiği gibi. İzzet Akay’ın gerek bu sahnelerde gerekse Tavşanlı’da yapılan çekimlerde yöre halkının ve gerçek madencilerin kullanıldığı anlarda kalabalıkların görüntülenmesindeki başarısı da takdiri hak eden bir düzeyde. Özkan’ın bu kalabalık sahnelerde bir yönetmen olarak gösterdiği performans da benzer bir düzeyde ve filmi Yeşilçam’da pek görülmeyen türden bir kitle hikâyesi yapıyor çarpıcı bir şekilde. Hayli iyi çekilmiş kaza sahnesi bile tek başına Özkan’ın başarısı için yeterli bir gösterge olmuş. Nurettin karakterinin, yaşadığı bir tereddüt ânındaki ikilemini farklı müzik kullanımları ile desteklemek gibi oyunları da iyi kullanmış yönetmen ve ortaya sinemamız açısından mutlu olunacak bir sonuç çıkarmış.

Tarık Akan ve Cüneyt Arkın bu filmden sonra ik kez daha bir araya gelmişler; her ikisini de Halit Refiğ’in yönettiği Alev Alev (1984) ve Paramparça (1985) adlı bu filmlerin kalitesi veya Özkan’ın 1980 sonrasındaki filmlerin hikâyelerinin önce rejimin, sonra da piyasa koşullarının gereği olarak politik olandan uzaklaşmasını düşününce “Maden”in neden sinemamızın en önemli çalışmalarından biri olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Antalya’da sansür nedeni ile gösterime girememe durumu olan, ancak son anda bu engeli aşabilen film vizyona çıktığında ise Özkan sansürsüz kopyasını -bugün yok edilmiş olan- Emek sinemasında gösterime sokmuş ve ceza almıştı. Sendikaların maddi ve operasyonel yardımları ile çekilen ve maden işçilerinin dünyasına içeriden bakabilen bu film örneğin 2014’te Soma’da 301 madencinin ölmesinin de bir yeni kanıtı olduğu gibi, yaşadığımız “her şey sınıfsaldır” söylemini unutmamamızı sağlayacak ve kesinlikle ilgiyi hak eden bir yapıt.

Bir Erkeğin Anatomisi – Yavuz Özkan (1996)

“Umutsuzluğum kendimle ilgili değil; teslim olanlarla ilgili. Ya da ne olup bittiğinin farkında olmayanlarla veya farkında olup tepki göstermeyenlerle ilgili umutsuzluğum”

Bir avukatın, müvekkilinin kendisine emanet ettiği ve tehlikeli bilgiler içeren bir dosyanın peşine düşen resmi istihbarat görevlileri ile yaşadıklarının hikâyesi.

Yavuz Özkan’ın 1995’teki “Bir Kadının Anatomisi” filminden sonra bu kez bir erkek kahramana odaklandığı çalışması, ne adının taahhüt ettiği gibi derinlemesine bir erkek incelemesine soyunuyor ne de Türkiye’nin 90’lı yıllardaki kaosu üzerine anlamlı bir şeyler söyleyebiliyor. Başarısız olduğu bu iki alanı aynı filmde yan yana getirmenin gereksiz ve altından kalkılamayan anlamsızlığı bir yana, film için seçilen adın film ile nerede ise ilgisiz olması da Özkan’ın bu çalışmasının daha baştan hayal kırıklığı yaratmasına neden oluyor.

Hayatı kendi ifadesi ile “kaos” olarak gören ve öyle yaşayan bencil ve hırslı bir avukatın, kendi varlığını hayatında belki de ilk kez anlamlı kılacak bir şekilde tehlikeli bir işe girişmekten çekinmemesi ve siyaset, mafya ve güvenlik güçleri arasındaki yasadışı ilişkileri içeren bir dosyayı medya aracılığı ile halka ulaştırabilme çabası, filmin elle tutulur nerede ise tek yanı. Filmin tümü içinde sanki ayrı bir ekip tarafından çekilmiş görünen ve üstelik gereksiz uzatılmış olmasına rağmen böyle olan final sahnesi filmden akılda olumlu olarak kalacak nerede ise tek bölüm. Bunun dışında film, tutarsız senaryosu, yapay diyalogları ve kurgu ve devamlılık hataları ile yönetmeni için pek de iyi bir izlenim bırakmıyor seyredende. Girişteki radyo programında sunucunun ağzından ülkenin içinde bulunduğu kaos aktarılıyor seyredene ve 90’lı yılların Türkiye’si ve özellikle Susurluk skandalının filmin çekilmesinden yaklaşık bir yıl sonra yaşandığı düşünülürse bu cümlelerin doğru ve o dönem için cesur cümleler olduğu da açık. Ne varki senaryo bu cümlelerden sonra dosyanın peşindeki devlet görevlileri dışında bu konuya hiç dönmüyor. Dönmesi de zorunlu olmazdı eğer film baştaki o havalı cümleler ile açılmasaydı ama ne bir erkeğin “anatomisini” inceleyen bir film var karşımızda ne de ülkenin kaosu üzerine söylenen ve elle tutulur denebilecek bir görüş.

Hikâyenin kahramanının erkek olması, bir filme o kahraman üzerinden bir cinsiyetin incelemesini yapıyormuş havasını yaratan bir isim alma hakkını vermez elbette ama her nedense Özkan senaryosunu da kendisinin yazdığı filmde böyle bir yola gitmiş. Bencil, hatta ahlâksız bir insan filmin yaratıcılarına göre bu karakter ama adamın neden bu kahramanlık işine soyunduğunu ikna edici bir biçimde söyleyemiyor bize senaryo. Keşke senaryonun tek kusuru bu olsaymış diyeceğiniz pek çok farklı aksaklığı barındırdığını da söylemek gerek filmin. “Karanlık, adalet ve siyasetin toplamının kaos etmesi” gibi kerameti kendinden menkul cümlelerden hikâyenin akışındaki pek çok anlamsızlığa (ölüm tehdidi almış bir adamın eve geldiğinde geçen sahnenin tümü), ofisinin dinlendiğini anlayan adamın dinleme cihazını kendisini tehdit eden adamların yanında aramasından Bruce Willis gibi zor durumda espri yapan kahramanlıklar sergilenen takip sahnesine, film anlamsızlıklarını peş peşe sıralıyor hikâye boyunca. Bir de filmin yaratıcılarından herhalde hiç kimse hayatında bir radyo programına bağlanmamış veya en azından birilerinin bağlandığı bir radyo programını dinlememiş olsa gerek. Aksi takdirde sunucunun arayan kişiye söylediği “radyonuzu kapatabilir misiniz” cümlesini duymuş olur ve senaryoyu da buna göre yazardı.

Uğur Polat’tan Tilbe Saran’a, Taner Birsel’den Ayda Aksel’e tümü tiyatro kökenli ve güçlü bir kadronun kurtaramadığı ve kurtarmasının da pek mümkün olmadığı bir film karşımızdaki. O diyaloglar ve olay örgüsü ile bu başarılı oyuncuların bir şey yapması veya filme anlam katmaları mümkün değilmiş. Hatta öyle ki Birsel sinemadaki bu ilk filminde şaşırtıcı bir vasatlık içinde gezinip duruyor, Uğur Polat filme hayli aykırı duran mimikleri ile oyunuyor ve olan da Tilbe Saran’a oluyor. Bu büyük oyuncunun filme rağmen iyi oynaması ne ona ne de filme bir katkı sağlıyor; aksine filmin bütünü içinde sadece garip görünmesine neden oluyor.

Tüm bunlara rağmen, 90’lı yılların Türkiye’sinin havasını bir şekilde sergilediği için ve özellikle de finali için seyredilebilir bir film meraklıları için. Evet seyredilebilir ama o yılların Türkiye’sinde neler yaşandığına dair bu filmden anlamlı bir şeyler öğrenme beklentisi olmadan. Keşke film kahramanın ağzından umutsuzluk üzerine duyduğumuz ve yazının başında yer alan cümlelerin arkasını getirebilseymiş. Bugünün Türkiye’sini tam da bu cümleler tanımlamıyor mu?

Yengeç Sepeti – Yavuz Özkan (1995)

“Meğerse ben ailemi hiç tanımıyormuşum”

Yaşlı anne ve babalarının daveti üzerine hafta sonu bir araya gelen dört kardeşin hikâyesi.

1980 darbesinden önce çektiği ve politik sinemamızın öne çıkan filmlerinden olan “Maden” ve “Demir Yol” ile ün kazanan Yavuz Özkan’ın darbeden sonra yerleştiği Fransa’dan 1987’de Türkiye’ye dönüşünün ardından 90’lı yıllarda peş peşe çektiği filmlerden biri. Doğrudan politik olmayan ama değişmekte olan Türkiye’nin yaşadığı bu değişimin en küçük toplumsal birim olan aile üzerindeki etkilerini anlatmaya soyunan film kimi eksikliklerine rağmen Türk sinemasının ihmal ettiği bir alana, aile ilişkilerinin analizine, gösterdiği özen ile dikkat çekiyor.

Yavuz Özkan kendi senaryosundan çektiği filmde görünürde mutlu bir ailenin üyelerinin bir araya geldiği iki günde ortaya çıkan sorunları ve sevgi ve saygı görüntülerinin arkasındaki gerçek duyguları filmin adının da vurguladığı üzere bir sepete koyulan yengeçlerin birbirini yemesine benzettiği bir ortamda anlatıyor. Sinemadaki son rolündeki Sadri Alışık’ın canlandırdığı yaşlı babanın ve anı kitabında kendisini tanımladığı adı ile tiyatronun cadısı Macide Tanır’ın canlandırdığı yaşlı annenin iki gün içinde yaşanan tüm tartışmaları, kavgaları ve didişmeleri çaresiz gözlerle izlemesini Yavuz Özkan sinemamızda pek sık görmediğimiz bir olgunluk ile aktarıyor ama burada ölçüyü Türk sineması üzerinden düşündüğümü belirtmek gerek. Bu vurgunun da nedeni senaryodan kaynaklanan kimi aksaklıklar nedeni ile hikâyenin ve bunun karşılığı olan mizansenin zaman zaman tökezlemesi. Evin büyük oğlunun eşinin filmde oldukça absürt duran bir sahnede samanlıktaki yaralı adamla sevişmesi örneğin senaryonun anlatmaya çalıştığının aksine kendini ispat etme arzusu üzerinden üretilen bir intikam duygusunu anlatmaktan çok bir Fransız filmden ilham alınmış bir aksiyon gibi duruyor. Kimi diyaloglar da sinemamızın diyalog yazma becerisi konusundaki sıkıntılarının açık örneklerini oluşturuyor. Örneğin “evimizde yangın çıktı” cümlesinin bir yanlış anlamaya neden olması hikâyeye bir katkıda bulunmadığı gibi öncesi ve sonrasındaki tüm diyaloglar ile birlikte düşünüldüğünde oldukça sakil duruyor. Son bir örnek olarak mutlu aile görüntüsünün arkasındaki gerçeği anlatmaya soyunan bir senaryonun filmin hemen başında ima etmenin çok ötesine gidip ciddi bir sorunu açıkça sergilemesi de hikâyenin sonraki etkisini azaltması gösterilebilir.

Özellikle Derya Alabora ve Mehmet Aslantuğ’un oyunları ile öne çıktığı oyunculuklarda Tanır ve Alışık iki yaşlı insanın son günlerinde tanık oldukları karabasanı sade ve zarif oyunculukları ile canlandırıyorlar. Oktay Kaynarca rolü ile Antalya’da ödül kazanmış olsa da fazlası ile klişe ve abartılı oynuyor pek çok sahnede. Genel olarak bakıldığında ise Yavuz Özkan’ın kalabalık kadroyu ve özellikle kalabalık sahnelerdeki koreografiyi başarılı bir şekilde yönettiği söylenebilir. Özkan özetle bu filminde Türk sinemasının ihmal ettiği bir alanda oldukça iyi niyetli ve kimi önemli aksamalarına karşın seyre değer bir film çıkarmış. Daha iyi bir senaryo ve daha iyi diyaloglar filmi farklı yerlere taşıyabilirmiş ama yine de filme göz atmakta yarar var.

Bir Sonbahar Hikâyesi – Yavuz Özkan (1994)

“Bence insanların bankaya borcu olmadan yaşamalarına fırsat verilmemeli”

Bir akademisyen kadın ile Amerika’da eğitim görmüş bir serbest piyasacı liberalin 12 Eylül 1980 öncesi başlayan ilişkilerinin yıllara yayılan hikâyesi.

Türk sinemasının “Eşkiya” ile tekrar canlanmaya başladığı 1996 yılından önce çekilmiş ve gösterime girebilmiş bir avuç filmden biri. 12 Eylül’ü doğrudan odak noktasına almasa da gündeme getiren ilk filmlerden biri olan çalışma iyi niyetli ama bugün hayli eskimiş görünen bir film ve İstanbul film festivalinde aldığı en iyi film ödülü ve Ankara film festivalindeki en iyi film dahil onca ödülüne rağmen sinemasal açıdan oldukça zayıf ve en iyi anlarında bile vasatın ancak üzerine çıkabilen bir film.

Olmamış bir 12 Eylül öncesi çatışma sahnesi ile başlayan film bu çatışma sırasında tanışan iki insanın hangi ortak özellikleri üzerine bir ilişkiye girdiklerini izah edemeden 70’lerin Türk filmlerindeki ışık kullanımını hatırlatan tercihleri ile çekilmiş anlamsız, evet anlamsız, öpüşme ve sarılıp koklaşma sahneleri ile ilerliyor. “Shit, alright ve OK” kelimelerini sık kullanımı ile Amerikan hayat tarzının etkisinde bir insan olduğunu hissetmemiz beklenen adam ile duyarlı, duygusal ve sol eğilimli kadın arasındaki ilişkinin ne başlaması ne de ilerlemesini senaryo bize sinema tadını verecek şekilde gösterebiliyor. 1978 tarihli “Maden” filmi ile bugüne kadarki en ve belki de tek iyi filmini çeken yönetmen Yavuz Özkan’ın kendisinin yazdığı senaryo kimi yapay diyalogları ile o dönem Türk sinemasındaki bir şeyler yapmak için iyi niyet ile yola çıkılmış ama imkân, yetenek veya tecrübe eksikliği ile başarılamamış işlere bir örnek oluşturuyor. Sanki fikirler ortaya atılmış ve bu fikirler hiç olgunlaştırılmadan film çekilmiş gibi görünüyor. Yan karakterlerin hiç üzerinde düşünülmüş görünmediği filmde Yavuz Özkan da yönetmen olarak bir katkı yaptığını hissettiremiyor.

Dönemin Türk sinemasının içinde bulunduğu koşullar düşünüldüğünde filme çok da haksızlık etmemek gerek belki de. Sonuçta ortada farklı bir şey yapma ve bir takım doğru duyarlılıklara dayalı fikirleri ortaya koyabilme çabası var. Zuhal Olcay’ın filmin içinde parlayan oyunculuğu var bir de. Belki onun da en iyi performansı değil burada sergilediği ama Olcay karakterinin sevgi arayışını, hassasiyetini ve duyarlılığını ustalıkla ortaya koyuyor film boyunca. Türk kökenli Macar oyuncu ve önce “Mavi Sürgün” ve sonra da bu film ile Türk sinemasında bir görünüp sonra ortadan kaybolan Can Togay ise Olcay’ın hayli gerisinde kalıyor ama yine de üzerine düşeni yapıyor. Değişen Türkiye’de bir evliliğin anatomisi olarak özetlenebilecek film keşke daha fazla imkânlar ile ve daha profesyonel koşullar altında çekilebilseymiş ama yine de bir göz atmakta yarar olabilir.