Nanfang Chezhan De Juhui – Yi’nan Diao (2019)

“Haklısın, gölün o tarafta takılırız. O zaman gölün orada buluşalım. Seni orada ihbar edeyim. Böylece polisler şüphelenmez”

Çeteler arasındaki bir çatışmadan sonra, istemeden bir polisi öldüren ve bir yandan peşindeki rakip çeteden ve polislerden kaçarken, diğer yandan da eşine ulaşmaya çalışan bir adamın hikâyesi.

Yi’nan Diao’nun yazdığı ve yönettiği bir Çin ve Fransa ortak yapımı. 2014 yapımı “Bai Ri Yan Huo” (İnce Buz, Kara Kömür) ile Berlin’de Altın Ayı’yı kazanan Diao’nun bu bir sonraki filmi ise Cannes’da yarışmıştı. Yine bir suç hikâyesi anlatıyor Diao ve kara film türüne sokulabilecek yapıtı ile aksiyonu da olan ama gerçekçiliğini koruyan bir sonuç elde ediyor. Motosiklet hırsızı çetelerini ve hayat kadınlarını hikâyesinin merkezine koyan, Çin’in büyük şehirlerinin kenar mahallelerindeki suç dünyasını odağına alarak cesur bir seçim yapan film içerik açısından da evrensel olarak tanımlanabilecek bir hikâye anlatıyor. Görüntü yönetmeni Jingsong Dong’un estetiği hayli yüksek ama kesinlikle yapay görünmeyen görsel çalışması ile de önemli olan yapıt, stilize üslubunu oldukça dozunda tutarak doğru bir iş yapması ve hikâyesini seyirci için hep çekici tutabilmesi ile ilgiyi kesinlikle hak eden bir çalışma.

Yağmur, gece karanlığı, yüzünde yara izi olan ve tedirgin bir şekilde sokakta saklanan bir adam. Yanına bir kadın geliyor; o da biraz tedirgin bir şekilde, adamdan önce sigarası için ateş istiyor; sonra da karısının gelemeyeceğini, onun yerine kendisinin gönderildiğini ve adam isterse eşinin yerini alabileceğini söylüyor. Adam kadının polis olmasından korkuyor, kadınsa adama “Gerçekten o musun?” diye soruyor. Sonra adam iki gün öncesine dönerek anlatmaya başlıyor: Bir motosiklet hırsızlığı çetesindendir adam ve çete içinde bölge paylaşmı nedeni ile çıkan kavganın çatışmaya dönüşmesi sonucu kaçarkan kim olduğunu bilmeden ateş ederek bir polisin ölümüne neden olmuştur. Şimdi hem tüm bir polis örgütü hem de rakip çete üyeleri peşindedir. Başına polis tarafından büyük bir ödül konmuştur adamın ve bu ödülle ilgili kendisi dahil, herkesin farklı hedefleri vardır. Bu hikâyeyi renkleri kullanımı güçlü, görsel gücü yüksek, sert sahnelerden çekinmeyen bir dil ile anlatıyor Yi’nan Diao. Bir “kafa kopma” sahnesi bile var filmde ve örneğin baştaki çete içindeki grupların kavgası da oldukça canlı gerçekiliği ile hayli etkileyici ama Diao hikâyenin hiçbir anında bu sertliği bir çekicilik kaynağı olarak kullanmıyor, bırakın sömürmeyi.

Filmin ilginç yanlarından biri Diao’nun benzer içerikli sahne veya diyalogları farklı karakterlerle tekrarlaması. Örneğin adamın baştaki “ne olduğunu” anlatma eylemini onunla buluşmaya gelen kadın da tekrarlıyor sonra; çetenin bölge paylaşımının aynısını daha sonra, adamın peşine düşen polis de yapıyor. Sigara için ateş isteme sahnesini, polislerin kılık değiştirerek çete rolüne girmesini veya kayıkla açılmanın farklı karakterlerle iki kez gösterilmesini de bu kapsamda değerlendirmek mümkün. Bu biçimsel tercihler; ışık, gölge ve siluetler üzerinden yaratılan estetik ve B-tipi polisiye fimlerde rastlanan türden bir yönetmenlik çalışması ile birleşince filme kendisine has ve çekici bir hava katıyor kesinlikle. Yine o polisiyelerde göreceğimiz türden bir “kendi yaranı kendin sar” sahnesi, ihanet ile fedekârlıkların iç içe geçtiği olay örgüsü ve sonlarda yer alan ve kurgusu ve estetği ile tam da o polisiyelerden fırlamışa benzeyen kovalamaca sahnesi ile bu havayı modernleştirerek yeniden yaratıyor yönetmen. Bir polis baskını sahnesinde belirsizlik üzerinden yaratılan gerilim, polisten kaçan adamın saklandığı odanın duvarlarına asılı gazete kupürlerine silahını tek tek doğrulttuğunda o kupürlerdeki fotoğrafların görüntülediği anların sesini duymamız ve şemsiyeli cinayet ile doruk noktasına varan sert estetiği ile bu yaratıcılığını kökenine ihanet etmeden, günümüze de ait kılmayı başarıyor yönetmen.

Hikâyesi bir yıldan uzun süredir tüm dünyayı etkisi altına alan pandeminin başladığı yer olarak kabul edilen Wuhan’da geçen film fuhuş, hırsızlık, çeteler ve korsan malların cirit attığı bir bölgenin resmini çiziyor. Devletin ve otoritenin genelde ortada olmadığı ama göründüğünde de en sert yüzü ile kendisini gösterdiği bölgeyi bir Çin filminden beklenmeyecek bir açıklıkla karşımıza getiriyor film. Polislerin bir cesedin başında çektirdikleri zafer hatırası fotoğrafının absürtlüğü örneğinde olduğu gibi sosyal bir alana kayan film karakterlerini ve mekanlarını yoksul ve suçla örülü bir dünyadan seçerek renklerle yarattığı “şık”lıkla zıt bir atmosferin oluşmasını sağlamış. Kritik bir konuşmanın ortasında geçmekte olan trenin gürültüsünün söylenenlerin bir süre duyulmamasına neden olması ile anlaşılan Alfred Hitchcock’un “North by Northwest” (Gizli Teşkilat) filmine gönderme yapan çalışma hiç beklenmedik bir anda karşımıza çıkardığı bir sahne ile de tuhaf bir eğlence sunuyor bize. Boney M.’in 1978 tarihli klasiği “Rasputin” ve Alman grup Dschinghis Khan’ın 1979’da Eurovision’da Almanya’yı temsil eden ve grupla aynı adı taşıyan şarkısı eşliğinde toplu olarak ve ışıklı ayakkabılarla dans ediliyor bu sahnede ve filme hem bir çeşit mizah katılıyor hem de biçimsel açıdan bir diğer çekici unsuru yaratılmış oluyor hikâyenin.

Kaçak adamı oynayan Ge Hu ve farklı bir “femme fatale” profili çizerken doğallığını hep koruyan Aiai Liu’nun performansları ile takdiri hak ettikleri film, insanların içine düştükleri durumlara verdiği tepkilere odaklanırken içeriği biçime kurban etmemesi ile de önem taşıyor. Sonuç yönetmenin bir önceki filmi kadar güçlü değil belki ama kesinlikle görsel bir şölen sunuyor bize Yi’nan Diao ve bu şöleni Çin’in büyüyen orta sınıfı ile birlikte ortaya çıkan sorunları anlatmak için başarı ile kullanıyor.

(“The Wild Goose Lake” – “Güney İstasyonunda Randevu”)

2014 Festival Notları 1

Still Life (Durgun Hayat) – Uberto Pasolini : İtalyan sinemacı Pasolini’nin İngiliz yapımı bu filmi özellikle finali ile hani şu duygusal havasının zaman zaman üzerinize gelir gibi olduğu ama bunun sizi kesinlikle rahatsız etmediği çarpıcı bir çalışma. Daha çok yapımcılığı ile bilinen Pasolini’nin bu ikinci yönetmenliğini kesinlikle görülmeli kategorisine koyan o denli farklı unsuru var ki! Hiçbir yakını olmayan veya onlara ulaşılamayan ya da yakınlarının umursamadığı ölülerin cenazeleri ile ilgilenen titiz bir belediye çalışanının hikâyesini anlatan filmde, bu baş karakteri oynayan Eddie Marsan’ın oyunu var öncelikle. Kahramanının ölüleri asla yalnız bırakmama çabası ile dolu hayatındaki yakınlarını bulma/ikna etme ısrarını ekonomik ama her an yüreğe dokunan bir oyun ile canlandırıyor sanatçı. Sonra hikâyenin senaryoyu da yazan yönetmeninden kaynaklanan Akdenizli havasını, Eddie Marsan başta olmak üzere tüm oyuncuların ve canlandırdıkları karakterlerin İngilizliği ile ustalıkla kaynaştırması var. Her bir bireyin, nasıl yaşamış olursa olsun, yaşamının ve bedeninin “kutsallığını”, her bir hayatın değdiği diğer hayatlar nedeni ile koca ve kompleks bir sistemin ayrılamaz bir parçası olduğunu ve bireyselliğin her gün daha da arttığı bir dünyada insanların gittikçe daha da içine itildikleri yalnızlığın aslında nasıl insanlık dışı bir durum olduğunu karşı konulamaz bir etki ile seyircisine geçiren bir film bu ayrıca. Seyredenini hem bu kadar depresyon yaratacak sahne ile sarsan hem de bu denli güç ve umut veren bir filmle karşılaşmak pek kolay değil kuşkusuz. Evet, sinema sanatı açısından öyle büyük veya yaratıcı bir film gibi görünmeyebilir bu çalışma ama ölenlerin geride bıraktığı objelere odaklanan yaklaşımı ve içinde yaşadığımız sosyal ve ekonomik sistem ne kadar aksine zorlarsa zorlasın, insanca her çabanın, iyiliğin ve sevginin er ya da geç karşılığını bulacağını iddia eden bir filmi görmemek olmaz.

Bai Ri Ya Huo (İnce Buz, Kara Kömür) – Yi’nan Diao : Çinli yönetmen Diao’nun polisiye türündeki filmi seri cinayetler işleyen bir katilin peşine düşen ve biri görevini bırakmak zorunda kalmış iki polisin hikâyesini anlatıyor. Kara film türüne de göz kırpan çalışma, hikâyesini süslemeden anlatması, baş oyuncusu ve eski polisi canlandıran Fan Liao’nun tuhaf bir çekiciliği olan oyunu, yönetmenin kontrolü elden bırakmayan mizansen anlayışı ve gizemini hikâye boyunca ustalıkla sürdürebilmesi ile dikat çeken önemli bir film. 2014 Berlin Festivalinde büyük ödül Altın Ayı’yı alan ve Liao’ya da aynı ödülü getiren film senaryoyu da yazan Diao’nun kimi yaratıcılıkları ile de zenginlik kazanmış kesinlikle. Örneğin sondaki sorumlusu bilinmeyen havai fişek hem finale kattığı hoşluk ile hem de hiçbir gizemin -belki de asla tamamen- çözülemeyeceğini söylemesi ile seyirciyi keyiflendiriyor kesinlikle. Çok daha çarpıcı bir örnek ise yönetmenin “tracking shot” ile beş yıllık bir zaman atlamasına bizi konuk ettiği bölüm. Kore sinemasının benzer temalı örneklerinden daha az “göstermesi” ve gösterdiğinin altını daha az çizmesi ile ayrılan filmin çok daha çarpıcı olmasını engelleyen kimi kusurları da var: örneğin kimi karakterlerinde klişe çizgilerden yeterince uzak durmaması ve kendi içinde her biri başarılı çekimlerin farklı tarzlarda olması nedeni ile birbiri ile yeterince kaynaşmış görünmemesi filmin gücünü azaltıyor. Ne var ki yukarıda belirttiğim diğer başarılarının yanında sadece buz pateni sahasında geçen sahnede görüntü ve ses kurgusu ile yaratılan yalın ama tedirgin edici atmosfer bile tek başına filmi kesinlikle seyre değer kılıyor.
(“Black Coal Thin Ice”)

Betlehem – Yuval Adler : İsrailli sinemacı Adler’in senaryosunu Filistinli Ali Wakad ile birlikte yazdığı ve yönettiği ilk uzun metrajlı çalışması olan film dünyanın ezeli ve ebedi görünen bir sorunu olan Filistin meselesini 2013 tarihli Filistin yapımı “Ömer” gibi, İsrail adına muhbirlik yapan bir Filistinli karakter üzerinden, daha doğrusu onun ve bilgi verdiği israilli gizli servis elemanının üzerinden anlatıyor. Adler’in 2013 yılında İsrail Film Akademisi’nin hemen tüm ödüllerine aday olmuş ve çoğunu da kazanmış olan filminde muhbir ve adına çalıştığı kişi arasındaki “baba-oğul” ilişkisi hikâyenin ana temalarından biri ve finalinin trajikliğini sağlayan da temel olarak bu. Senaryo Filistin meselesinde kimin haklı olduğunu anlama/anlatma derdinde değil; hikâyemiz daha çok içinden çıkılamayacak derecede karmaşık hale gelmiş ve çözülmesi de imkânsız görünen bir problemin bireyleri içine attığı hayatları, yapmak zorunda kaldıkları seçimleri ve bu seçimlerin onları eninde sonunda trajik bir sona götüreceğini anlatmaya soyunmuş ve bu açıdan da başarılı olmuş kesinlikle. Filmin zaman zaman sinemadan çok televizyona uygun bir anlatım tarzını benimsemesi, gösterdiklerinde ve gösterme şeklinde fazle bir yenilik içermemesi ve hikâyenin odağında yer alan ikili arasındaki etraflarındaki tüm dehşet, nefret ve savaşa rağmen değerini yitirmeyen ilişkiyi yeterince sağlam bir dramatik güçle anlatmaması ise filmin aleyhine olmuş. Yine de günümüzün gerçeklerinden birini karşımıza getiren ve “şehidin paylaşılamaması” gibi hem absürt hem korkunç olmayı başarabilen sahne gibi anları ile görülmeyi hak eden bir çalışma bu.