2014 Festival Notları 1

Still Life (Durgun Hayat) – Uberto Pasolini : İtalyan sinemacı Pasolini’nin İngiliz yapımı bu filmi özellikle finali ile hani şu duygusal havasının zaman zaman üzerinize gelir gibi olduğu ama bunun sizi kesinlikle rahatsız etmediği çarpıcı bir çalışma. Daha çok yapımcılığı ile bilinen Pasolini’nin bu ikinci yönetmenliğini kesinlikle görülmeli kategorisine koyan o denli farklı unsuru var ki! Hiçbir yakını olmayan veya onlara ulaşılamayan ya da yakınlarının umursamadığı ölülerin cenazeleri ile ilgilenen titiz bir belediye çalışanının hikâyesini anlatan filmde, bu baş karakteri oynayan Eddie Marsan’ın oyunu var öncelikle. Kahramanının ölüleri asla yalnız bırakmama çabası ile dolu hayatındaki yakınlarını bulma/ikna etme ısrarını ekonomik ama her an yüreğe dokunan bir oyun ile canlandırıyor sanatçı. Sonra hikâyenin senaryoyu da yazan yönetmeninden kaynaklanan Akdenizli havasını, Eddie Marsan başta olmak üzere tüm oyuncuların ve canlandırdıkları karakterlerin İngilizliği ile ustalıkla kaynaştırması var. Her bir bireyin, nasıl yaşamış olursa olsun, yaşamının ve bedeninin “kutsallığını”, her bir hayatın değdiği diğer hayatlar nedeni ile koca ve kompleks bir sistemin ayrılamaz bir parçası olduğunu ve bireyselliğin her gün daha da arttığı bir dünyada insanların gittikçe daha da içine itildikleri yalnızlığın aslında nasıl insanlık dışı bir durum olduğunu karşı konulamaz bir etki ile seyircisine geçiren bir film bu ayrıca. Seyredenini hem bu kadar depresyon yaratacak sahne ile sarsan hem de bu denli güç ve umut veren bir filmle karşılaşmak pek kolay değil kuşkusuz. Evet, sinema sanatı açısından öyle büyük veya yaratıcı bir film gibi görünmeyebilir bu çalışma ama ölenlerin geride bıraktığı objelere odaklanan yaklaşımı ve içinde yaşadığımız sosyal ve ekonomik sistem ne kadar aksine zorlarsa zorlasın, insanca her çabanın, iyiliğin ve sevginin er ya da geç karşılığını bulacağını iddia eden bir filmi görmemek olmaz.

Bai Ri Ya Huo (İnce Buz, Kara Kömür) – Yi’nan Diao : Çinli yönetmen Diao’nun polisiye türündeki filmi seri cinayetler işleyen bir katilin peşine düşen ve biri görevini bırakmak zorunda kalmış iki polisin hikâyesini anlatıyor. Kara film türüne de göz kırpan çalışma, hikâyesini süslemeden anlatması, baş oyuncusu ve eski polisi canlandıran Fan Liao’nun tuhaf bir çekiciliği olan oyunu, yönetmenin kontrolü elden bırakmayan mizansen anlayışı ve gizemini hikâye boyunca ustalıkla sürdürebilmesi ile dikat çeken önemli bir film. 2014 Berlin Festivalinde büyük ödül Altın Ayı’yı alan ve Liao’ya da aynı ödülü getiren film senaryoyu da yazan Diao’nun kimi yaratıcılıkları ile de zenginlik kazanmış kesinlikle. Örneğin sondaki sorumlusu bilinmeyen havai fişek hem finale kattığı hoşluk ile hem de hiçbir gizemin -belki de asla tamamen- çözülemeyeceğini söylemesi ile seyirciyi keyiflendiriyor kesinlikle. Çok daha çarpıcı bir örnek ise yönetmenin “tracking shot” ile beş yıllık bir zaman atlamasına bizi konuk ettiği bölüm. Kore sinemasının benzer temalı örneklerinden daha az “göstermesi” ve gösterdiğinin altını daha az çizmesi ile ayrılan filmin çok daha çarpıcı olmasını engelleyen kimi kusurları da var: örneğin kimi karakterlerinde klişe çizgilerden yeterince uzak durmaması ve kendi içinde her biri başarılı çekimlerin farklı tarzlarda olması nedeni ile birbiri ile yeterince kaynaşmış görünmemesi filmin gücünü azaltıyor. Ne var ki yukarıda belirttiğim diğer başarılarının yanında sadece buz pateni sahasında geçen sahnede görüntü ve ses kurgusu ile yaratılan yalın ama tedirgin edici atmosfer bile tek başına filmi kesinlikle seyre değer kılıyor.
(“Black Coal Thin Ice”)

Betlehem – Yuval Adler : İsrailli sinemacı Adler’in senaryosunu Filistinli Ali Wakad ile birlikte yazdığı ve yönettiği ilk uzun metrajlı çalışması olan film dünyanın ezeli ve ebedi görünen bir sorunu olan Filistin meselesini 2013 tarihli Filistin yapımı “Ömer” gibi, İsrail adına muhbirlik yapan bir Filistinli karakter üzerinden, daha doğrusu onun ve bilgi verdiği israilli gizli servis elemanının üzerinden anlatıyor. Adler’in 2013 yılında İsrail Film Akademisi’nin hemen tüm ödüllerine aday olmuş ve çoğunu da kazanmış olan filminde muhbir ve adına çalıştığı kişi arasındaki “baba-oğul” ilişkisi hikâyenin ana temalarından biri ve finalinin trajikliğini sağlayan da temel olarak bu. Senaryo Filistin meselesinde kimin haklı olduğunu anlama/anlatma derdinde değil; hikâyemiz daha çok içinden çıkılamayacak derecede karmaşık hale gelmiş ve çözülmesi de imkânsız görünen bir problemin bireyleri içine attığı hayatları, yapmak zorunda kaldıkları seçimleri ve bu seçimlerin onları eninde sonunda trajik bir sona götüreceğini anlatmaya soyunmuş ve bu açıdan da başarılı olmuş kesinlikle. Filmin zaman zaman sinemadan çok televizyona uygun bir anlatım tarzını benimsemesi, gösterdiklerinde ve gösterme şeklinde fazle bir yenilik içermemesi ve hikâyenin odağında yer alan ikili arasındaki etraflarındaki tüm dehşet, nefret ve savaşa rağmen değerini yitirmeyen ilişkiyi yeterince sağlam bir dramatik güçle anlatmaması ise filmin aleyhine olmuş. Yine de günümüzün gerçeklerinden birini karşımıza getiren ve “şehidin paylaşılamaması” gibi hem absürt hem korkunç olmayı başarabilen sahne gibi anları ile görülmeyi hak eden bir çalışma bu.