Fûsen – Yûzô Kawashima (1956)

“İçinde bulunduğumuz, eskinin munis dünyası değil. Bir fırsat buldun mu, üzerine atlayacaksın”

Başarılı bir iş adamının oğlu olan kibirli bir genç adamın aşk hayatının neden olduğu trajedinin hikâyesi.

Henüz kırk beş yaşındayken hayatını kaybetmesi nedeni ile sadece on dokuz yıl süren yönetmenlik kariyerine elli bir film sığdıran ve hızlı çalışması ile bilinen Yûzô Kawashima’nın, senaryosunu kendisine “hocam” diye hitap eden ünlü sinemacı Shohei Imamura ile birlikte yazdığı film, gerçek adı Haruhiko Nojiri olan Jirō Osaragi’nin bir romanından uyarlanmış. İkinci Dünya Savaşı’nın travmasını hâlâ yaşayan Japonya’nın, geleneksel kültür ile savaşı kaybeden bir ülke olarak hücumuna uğramaya başladığı Batı’nın kültürel unsurları arasında kaldığı 1950’li yıllarda geçen hikâye tıpkı açılış jeneriği sırasında dinlediğimiz Toshirô Mayuzumi imzalı müzik gibi klasik Hollywood sinemasına yakın duran bir çalışma. Melodrama da kayan bu dram klasik ve sağlam oyunculukları ile hikâyesini özenle anlatan ve ilgiyi hak eden bir sinema yapıtı. Yönetmenin başyapıt olarak da nitelenebilecek en önemli filmleri arasında olmasa da, toplumdaki kültürel çatışmayı ve değişen dünyaya ayak uydurma sırasında yaşadığı zorlukları da odağına alması ile ayrıca önem kazanan bir film bu.

Açılış sahnesinden başlayarak sık sık aynı temaya dönen bir film var karşımızda. Geleneksel Japonya ile savaş sonrasında Batı, özellikle de Amerikan kültürünün etkisine girmeye başlayan Japonya’nın çatışmasını hiç odağından uzaklaştırmıyor film. Hikâye bir cenaze töreni ile başlıyor. Başarılı bir iş adamı ile eşi katıldıkları törende adamın giydiği kıyafet üzerine küçük bir tartışma yaşarlar; kadın adamı yas kıyafeti giymemesi nedeni ile eleştirirken, adam “Artık eskisi gibi değil bu işler” diye cevap veriyor. Ülkenin ve toplumun değiştiğine ve dünyanın farklılaştığına dair pek çok farklı sahnede benzeri konuşmalara tanık oluyoruz. Örneğin baba ile oğlunun para, zina, ahlâk vb. konular üzerinde şiddetli bir tartışma içinde oldukları sahne, yönetmenin mizansen tercihinin de katkısı ile bize iki farklı dünyanın karşı karşıya olduğu bir ânın tanığı olduğumuzu söylüyor. İki adamı ayakta ve yüz yüze gösteriyor bu sahnede Kawashima ve diyaloglar üzerinden de çatışmanın altını çiziyor. Trajik bir olaya genç adam ile ebeveynlerinin ve özellikle babanın verdiği tepkilerin çok zıt olması da yine dünyaların farklılığının bir başka örneği. Finalde babanın tercihi ve kızının mutlu görüntüsünün onun bir geleneksel dansı icra ederken gösteriliyor olması da filmin yitirilmekte olan geleneklerin tarafında durduğunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

Hikâye başka çatışmaları da gündemine alıyor: Baba, sahibi ve genel müdürü olduğu fotoğraf makinası şirketinde diğer yöneticilerin ve rakip firmaların itirazına rağmen sendikanın istediğinden bile zam yapmayı planlamaktadır çalışanlarına; bir sahnede, dertlerinin ne olduğu belirtilmese de protestocuları görüyoruz ve yan karakterlerden biri olan bir üniversite öğrencisi de bir protestoya katıldığı için gözaltına alınmıştır; gece kulübü şarkıcısı Fransızca şarkılar söylemekte ve bir karakter kendisini görmeden önce onun yabancı olduğunu sandığını söylemektedir. Hikâye iki farklı karakteri de minnettarlık / nankörlük temalarının farklı örnekleri olarak sunuyor bize: Babanın yıllar önce yanında kaldığı bir aileye gösterdiği yakınlık ile kendisinin yanında kalmış olan bir diğer adamın vefasızlığının da bir çatışma örneği olarak görülmesi gerekiyor. Senaryo karakterleri altlarını kalın çizgilerle çizmese de iyiler ve kötüler olarak ayırıyor bir melodrama ve klasik sinemaya uygun olarak. Baba, kızı, oğlunun sevgilisi ve babanın yıllar önce yanlarında kaldığı ailenin iki çocuğunu ilk gruba; anne, oğlu, gece kulübü sahibi ve şarkıcı kadını ikinci gruba koyabiliriz. Anne karakterinin arada kalmışlığı bir istisna olarak görülebilir ama o da babanın finaldeki tercihinde yanında olmayarak tarafını seçiyor bir bakıma. Hikâye ailenin oğlu ile kızının karakter farklılıklarını da aynı bağlamda kullanıyor ve bir bakıma Tokyo’nun temsil ettiği yeni dünya ile Kyoto’nun sembolü olduğu eski dünyanın tarafları yapıyor onları. Yeni dünyadaki başarı ve güçlü olma hırsını da eleştirisinin konusu yapıyor senaryo ve annenin oğlunun gücünü takdir ederken, kızının “zayıflığı”nı sürekli bir acıma konusu yapmasını yine bu yeni dünyanın bir göstergesi olarak kullanıyor.

Hikâyenin mağduru ve olumlu karakterlerinden biri olan kadının kocasının savaşta ölen bir asker olmasının da milliyetçi yanının bir göstergesi olduğu filme adını veren ve birkaç sahnede hem görsel olarak karşımıza çıkan hem de diyalogların konusu olan balon tesadüfler, kader ve dış faktörlerin etkisi ile sürüklenmenin (irade dışı hareket etmenin) metaforu olarak kullanılmış ama hikâye bu metaforla, varlığını anlamlı ve gerekli kılacak kadar güçlü bir ilişki kuramamış görünüyor. Babayı canlandıran Masayuki Mori ve sevgiliyi oynayan Michiyo Aratama başta olmak üzere tüm oyuncuların üstlerine düşeni sade ve kuvvetli performanslarla yerine getirdikleri film yukarıda sıralanan ve hikâyeyi farklılaştırılan hususlar bir yana bırakılırsa, yeterince orijinal ve güçlü bir etki bırakamıyor seyreden üzerinde ama yine de ilgiyi hak ediyor çeşitli diğer ögeleri ile. Örneğin kendisi de çalışan bir kadın sevgiliye erkeğin her ay bıraktığı “aylık” bir kadını aşağılamanın sinemadaki en doğrudan ve ince örneklerinden biri kesinlikle. Japon toplumun savaş sonrasındaki hızlı değişimine ve sonuçlarına kötümser bir bakış atan film, ülkesi dışında hak ettiği kadar tanınmayan iyi bir sinemacıdan klasik bir sinema dili ile anlatılmış, küçük ve sade hikâyesi ile dikkat çeken ve toplumsal meseleleri kendisine dert edinmesi ile önemli bir sinema yapıtı.

(“The Balloon”)

Suzaki Paradaisu: Akashingô – Yûzô Kawashima (1956)

“O köprüyü geçersen yine eski haline dönersin”

Ne paraları ne de kalacak bir yeri olan genç bir çiftin genelev bölgesinin hemen dışında iş bularak kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışmalarının hikâyesi.

1963 yılında henüz kırk beş yaşındayken hayatını kaybeden ve biri kısa olmak üzere toplam kırk yedi film çeken Japon sinemacı Yûzô Kawashima’nın yönettiği ve senaryosunu Yoshiko Shibaki’nin orijinal hikâyesinden Toshirô Ide ve Nobuyoshi Terada’nın yazdığı bir film. İkinci Dünya Savaşı’ndan büyük bir yenilgi ve bunun neden olduğu travma ile çıkan Japonya’da ve ülkenin henüz tam anlamadığı ile ayağa kalkamadığı bir dönemde geçen hikâye bir kötü yola düşme(me) ve / veya kötü yoldan kendini kurtar(ama)a hikâyesi anlatıyor temel olarak. Köprüyü geçerek eski günlere dönme(me)yi ya da o köprüyü geçenlerin geri dön(eme)mesini genç bir çift üzerinden ele alan film samimi ve küçük hikâyesi, Kawashima’nın yalın sineması ve onun karakterlerinin dönüşümünü ya da dönüşüm çabasını onlara saygıyı ihmal etmeden anlatan yönetmenlik çalışması ile Japon sinemasının hak ettiği kadar anılmayan önemli bir sinemacısının ilginç bir çalışması olarak görülmeyi hak ediyor.

Siyah-beyaz film suya yansıyan neon ışıkları, kadınların şuh kahkahaları ve erkeklerle kadınların vücut dillerinin bir eğlence bölgesinde (filme adını veren “kırmızı ışık (veya fener)” bölgesi) olduğunu anlamamızı sağlayan görüntülerle başlıyor. Kayarak ilerleyen ve çiftleri birer birer gösteren kamera fonda duyduğumuz şarkıyı seslendiren bir gitarist ve akordiyoncuyu da görüntüye alarak sona erdiriyor bu gece sahnesini. Hemen ardından bir köprü üzerinde durarak suya bakan mutsuz bir adamı ve yanına gelen kadını görüyoruz. Çift parasızdır, geceyi nerede geçireceklerini bile bilememektedirler ve kadın bu durum için sorumlu tuttuğu ezik görünümlü erkeği sözleri ile iğnelemektedir sürekli olarak. Hikâyenin finalinde de aynı köprüye gelen çiftin açılıştaki rolleri ile kapanıştaki rollerinin farklılığını (ilkinde hikâyeyi başlatan eylemi kadının gerçekleştirmesi, ikincisinde ise kadının “önce sen git, ben seni takip edeceğim” demesi) bir muhafazakâr bakıştan çok, kadının Japon toplumu içindeki yeri ile açıklamak gerekiyor. Eskiden köprünün diğer yakasındaki bölgede çalışan kadının hikâye boyunca erkeğe göre çok daha güçlü ve iradeli davranması bir çözüm olmamıştır çünkü. Adamın baştaki bezginliği ve yılgınlığına ve hatta ölüme yakın durmasına rağmen kadının “Onun gibi bir ezik ne yapabilir ki? Sürekli ‘ben öleceğim’, ‘ben öleceğim” deyip duruyor; ama benim ölmeye niyetim yok. Bu cafcaflı kıyafetleri giyebilmek için hayatta kalmam gerek” yaklaşımı ile ok farklı bir duruş sergilediği hikâyede onun adama olan sevgisi ile sahip olmak istediklerinin uyumsuzluğuna odaklanıyor sonuçta film.

Genellikle geneleve giden ya da oradan çıkan erkeklerin uğrak yeri olan bir barda kadın erkeklere içki servisi yapmaya, erkek ise kendisine hiç uygun olmayan bir işe girerek noodle dağıtmaya başlar. Kadının eski hayatının alışkanlıkları ile yeni işine kolayca uğum sağladığını, erkeğin ise çok zorlandığına tanık oluruz. Özetle kadın gittikçe daha güçlenirken, erkek kadının müşterilerle flört de etmesi nedeni ile gittikçe çökmeye başlar. Kadının çalıştığı yerin patronu da bir kadındır ve genelevden biri ile giderek kendisini dört yıl önce terk eden kocasının ardından iki çocuğu ile yalnız kalmıştır. Kawashima işte bu karakterlerle bir yoksulluk ve temiz kalma (ve arınma) çabasının hikâyesini anlatıyor bize ve bunu yaparken de hem karakterleri hem de hikâyesi ile ilgi çekici bir sonuç koyuyor ortaya. Bir yan hikâye olarak karşımıza çıkan saf bir çiftin örneği olduğu gibi samimi ve dokunaklı anlar da yaratmayı başarıyor yönetmen bunu yaparken. Bu yan hikâye (Bar zannederek çalışmaya geldiği yerin bir genelev olduğunu fark eden saf köylü kız ile onu bu kötü hayata düşmekten kurtarmaya çalışan iyi kalpli genç adamın (erkeklerle yatağa girmek zorunda kalmaması için her gün kadının yanına gidiyor ve zamanını satın alıyor) hikâyesi) hayli etkileyici bir hava sağlıyor filme örneğin. Karısını ve birlikte gittiği adamı bulmak isteyen genç adamın şehirdeki arayışı sırasında düştüğü sefil halini gösteren bölüm de benzer bir etkileyiciliğe sahip. Kadının konumu ve özellikle de o günün ekonomik koşulları içindeki çıkışsızlığını barın sahibi olan kadının giden kocası ile olan ilişkisi üzerinden de sergileyen film “Ölene kadar yaşamak” isteyen insanların arayışlarını bu ve benzeri sahnelerle anlatarak seyirciyi kendisine bağlamasını başarıyor kesinlikle.

Yuzo Kawashima’nın basit bir hikâyeden gerçekçi yaklaşımı ile daha da güçlenen bir sonuç çıkartan yönetmenliği de takdiri hak ediyor. Genellikle yalın bir dil tercih eden yönetmen sadece birkaç sahnede kamerayı doğal olmayan açılarla kullanarak hem filmin gerçekçi havasını koruyor hem de özellikle o sahnelerde karakterlerin ruh halini bize vurucu bir şekilde aktarmayı başarıyor böylelikle. Filmin üç ana karakterini (genç çift ve barın sahibi olan kadın) canlandıran oyuncuların başarısı da ona önemli bir destek sağlıyorlar filmin başarısında. Toplumun kendisine biçtiği geleneksel koca rolünü oynayamamanın yükü altında ezilen genç adamı oynayan Tatsuya Mihashi, bir yandan eski günlerine dönmek istemeyen ama aslında sevdiği kocasının ona istediği hayatı veremeyeceğini bilmenin dürtüsü ile hareket eden genç kadını canlandıran Michiyo Aratama ve iyi yürekli ve kocasını içten içe hâlâ özlemle bekleyen bar sahibesini oynayan Yukiko Todoroki rollerine sadelik içinde eriştikleri bir doğallıkla yaklaşarak ortaya güçlü performanslar koyuyorlar.

Bugün kendisinden çok daha fazla tanınan Shohei Imamura’nın hocası olarak da bilinen Kawashima’nın dönüşen ama amaçladıkları yere de ulaşamayan karakterleri anlatan filmi lâf cambazlıklarına, gereksiz “derinlik”lere sahip olma çabasına veya teknik oyunlara başvurmadan derdini anlatan bir film ve duygusallığın değil, gerçekçiliğin peşine düştüğü için duygusal olarak da etkileyen önemli bir sinema yapıtı. Televizyon antenleri ve radyoların da göstergeleri olduğu gibi ekonomik gelişimi başlayan ama henüz geçiş döneminde olan ve yeni çıkan “fuhuşu önleme” yasasının hikâyenin geçtiği bölgeyi etkilediği bir ülkeyi anlatan film değişmekte olan bir toplumun savrulan karakterlerini incelikle ele alıyor ve görülmeyi kesinlikle hak ediyor, özetle söylemek gerekirse.

(“Suzaki Paradise Red Light”)