Tout est Parfait – Yves Christian Fournier (2008)

“Hayat zor, küçük salaklar. Ne sanmıştınız? Hayat düşündüğünüzden çok daha zor”

Dört okul arkadaşı intihar eden bir gencin yaşadıklarının hikâyesi.

Yves Christian Fournier’in bu ilk uzun metrajlı filmi birbirinden ayrılmayan beş arkadaştan dördünün intiharı sonucu hayatta kalan bireyin yaşadıklarını ama asıl olarak içine kapandığı kendi dünyasında olan bitenleri anlatıyor. Film hem Maxime Dumontier tarafından incelikle canlandırılan baş karakteri hem de yakınlarını kaybeden diğer karakterleri aracılığı ile bir trajedinin sonrasına odaklanıyor ve bunu yaparken de trajedinin büyüklüğüne karşın öfkeyi, yalnızlığı, korkuyu ve şaşkınlığı oldukça sessiz ve dokunaklı bir biçimde aktarıyor.

Sakin bir tempoda ilerleyen film baş karakterini hemen sürekli görüntüde tutarken zaman zaman geriye dönüşlerle olan bitene açıklık getirmeye çalışıyor. Bir sokak lambasından bir golf sopasına, bir şarkıdan bir duvar resmine çeşitli objeler üzerinden yapılan bu geri dönüşler zaman zaman rutinleşme eğilimi gösterse de filmin kimi incelikli sahnelerini oluşturuyor. Filmin bir eksiği de tam burada kendisini gösteriyor. Yavaş temposu ile kahramanının içinde bulunduğu durumdan çıkma çabasını, olan bitenle zihninde barışmasını ve bu arada zaman zaman kendi dünyasına kapanmasını bazı anlarında klasik sinema dilinden uzaklaşarak anlatırken ve bunun için sessizliklerden, bakışlardan yararlanırken kimi anlarında da klasik kalıplar içinde hareket ediyor. Ergenlik dönemindeki gençlerin sorunlarını anlatan pek çok çarpıcı var sinemada ve bu film işte bu klasik kalıplar içinde kaldığı anlardaki televizyon filmi havası ile kendisini diğer örneklerin önüne geçirecek bir yaratıcılığın eksikliğini taşıyor. Yaratıcılık demişken filmin örneğin sokak patencileri sahneleri ile Gus van Sant’ın “Paranoid Park” adlı filminde elde ettiği hissin çok gerisinde kaldığını söylemek gerek.

Senaryo hikâyenin sonunda açıklama bekleyenleri bu konuda hayal kırıklığına uğratabilir ama intiharlardan biri için nerede ise net bir açıklama getirip genel olarak anlatımı gerekçeleri aydınlatmaya değil olayların sonrasının üzerine kurması filme yardımcı olmuyor ve hikâyenin odağını iyi oturtamadığı hissinin doğmasına neden oluyor bu durum. Filme getirilebilecek bir başka eleştiri de belki asıl amacı kahramanının hayata tutunmasının sembolü olarak senaryoda yer alan aşk sahnelerinin bir süre sonra filmi asıl konusundan saptırması. Örneğin bir inşaat kamyonun arkasında, sadece ayakların göründüğü sahne veya kırlık bir alanda hayli uzak bir çekimle gösterilen sevişme sahnesi filmi yanlış bir atmosfere sokuyor ve ergenliğin kırılgan çağını yaşayan gencin filmini ergenliğin cinsel uyanışının hikâyesine dönüştürüyor bazı anlarda.

Basit ama basit olduğu kadar çarpıcı bir açılış sahnesi olan film özellikle seçilmiş görünen parlak ışığı ile karakterinin (veya bu karakterin aslında tüm o yaş gençlerinin sembolü olduğu düşünülürse tüm genç karakterlerinin) dünyasının “anormalliğini” vurguluyor ve özellikle geniş alanların görsel kullanımı ile ve boş bir inşaat alanı veya inşaat makineleri gibi mekan ve objeleri de hikayenin parçası yapmayı başarması ile dikkat çekiyor. Kahramanımızın okuldaki psikloğu ve özellikle ailesi ile olan ilişkileri ise senaryonun fazlası ile bilindik sularda gezinen zayıf anları. Özetle belki çok güçlü bir sinema dili olmayan ama çocuk/genç intiharı gibi zor bir konuyu ustalıkla ele almayı başaran bir film karşımızdaki. Kayıpların, özellikle de bu tür genç kayıpların korkunçluğu üzerine ilgiye değer bir film.

(“Everything is Fine” – “Her Şey Yolunda”)