Çöpçüler Kralı – Zeki Ökten (1977)

“Parka gidecekmiş, iki gözümün çiçeği”

Amiri ile aynı kadına âşık olan bir çöpçünün hikâyesi.

Senaryosunu Umur Bugay’ın yazdığı, yönetmenliğini Zeki Ökten’in yaptığı bir Türkiye yapımı. Başroldeki Kemal Sunal’ın popülerliğinin zirvesinde olduğu yıllarda çevirdiği filmlerden biri olan yapıt oyuncunun “Kral” filmlerinden ikincisi. 1970’lerin Türkiye toplumuna bir mahalle, daha çok da bir sokaktaki karakterler üzerinden bakan film Bugay ve Ökten işbirliğinin en önemli örneklerinden de biri. Değişen topluma ve onun değerlerine eleştirisini çekinmeden ortaya koyan film Yeşilçam’ın klasik kimi sorunlarını taşıyor olsa da, tüm kalburüstü Sunal filmleri gibi güldürmeyi ve düşündürmeyi aynı anda başarabilen, kadrosu ile dikkat çeken ve sinemamızın popüler güldürü içine toplumsal meseleleri yerleştirebildiği (daha doğrusu, yerleştirmeye önem verdiği) bir çalışma olarak ilgiyi kesinlikle hak ediyor.

Kemal Sunal 1976’da yine Zeki ökten ve Umur Bugay ikilisinin yarattığı “Kapıcılar Kralı” ve 1979’da Osman Seden’in yazdığı ve yönettiği “Bekçiler Kralı” filminde başroldeydi. 1977 tarihli “Çöpçüler Kralı” bu iki filmle birlikte bir gayriresmî üçleme oluşturuyor denebilir. Filmleri bir araya getiren elbette sadece isimlendirmeleri değil; hikâyelerin üçünde de bir düzene karşı hareket eden, bunu yaparken kendisi de o düzenden yararlanmanın yanına yaklaşan bir mahalle karakterini canlandırdı Sunal. Sırası ile kapıcı, çöpçü ve bekçi olarak bir apartman/sokak/mahalle evreninde Türkiye toplumunun resminin eğlenceli ve düşündürücü bir şekilde çizilmesini sağlamıştı oyuncu ve popülerliğini aynı zamanda sorumlu da olan (en azından bu yönde samimi bir gayret gösteren) hikâyelerin emrine vermişti. Diğer iki yapıttan sinema değeri olarak geride kalan (bunda hem Ökten’in yönetmenlik hem Bugay’ın senaristlik yeteneklerinden yoksun olmasının payı var) Seden’in “Bekçiler Kralı”nda da bu çabayı görmek ve takdir etmek gerekiyor. Hikâyeler ve karakterleri arasında doğrudan bir bağlantı yok ama örneğin burada İlyas Salman’ın oynadığı (ve ne yazık ki hiç geliştirilmemiş) kapıcı karakteri ile Sunal’ın “Kapıcılar Kralı”ndaki karakterinin aynı kişiler olduğunu düşünmek ve hatta şu soru üzerinde düşünmek mümkün: Sunal’ın “Kapıcılar Kralı”ndaki Seyyit karakteri ile “Çöpçüler Kralı”ndaki Apti karakteri tanışıyor olsalardı, aralarında nasıl bir ilişki olurdu acaba?

Sunal dışında Ayşen Gruda, Şener Şen, İlyas Salman, İhsan Yüce, Erdal Özyağcılar ve Selim Naşit’in de aralarında olduğu zengin kadrosunun renk kattığı bir film bu. Bugay’ın senaryosunun yanında, Şen de yardımcı oyuncu olarak Antalya’da ödül almış performansı ile ve filme gerçekten önemli bir katkı sağlamış. Belki tüm karakterler gerektiği kadar derinleştirilmemiş ama her bir oyuncu üzerine düşeni fazlası ile yapmış ve örneğin Özyağcılar, tiplemesi ile usta bir oyuncunun çok kısa göründüğü sahnelerde bile nasıl iz bırakabileceğinin sağlam bir kanıtını oluşturmuş. Sunal, Gruda ve Şen’in performansları -daha önce veya sonra çekilmiş- pek çok filmde benzerlerini gördüğümüz karakterleri canlandırmaları nedeni ile sıcak bir tanışıklık duygusu yaratıyor; başta bir tekrar/görülmüşlük duygusu yaratabilir bu durum ama açıkçası o denli samimi ve eğlenceli ki oyunculukları, filme avantaj sağlıyor kesinlikle.

Film bir sokağın uyanışı ile başlıyor ve henüz kimsenin olmadığı bir sokağı süpüren Apti (Sunal) ile tanışıyoruz önce. “Arnavut kaldırımlı bir taş sokak”tır gördüğümüz (Cihangir’deki Susam ve Güneşli Sokak’ta çekilmiş film) ve sokak kedilerini besleyen yaşlı kadın, gazete dağıtıcısı küçük çocuk, apartmanların üst katlarından alışveriş için aşağıya sarkıtılan sepetler, penceresini açıp çöpünü sokağa fırlatan kadın, yere tüküren adam vb. görüntülerle ve gazetedeki haberlerle (memur/emekli maaş zammı, 70’lerin terör olayları, hükümet meseleleri vs.) Ökten kısa bir süre içinde ve oldukça doğal bir akışla bize hem ülkenin hem toplumun sağlam bir resmini çiziyor. Oldukça iyi bir giriş bu ve filmin de en güçlü bölümlerinden biri. Sonra zabıta amiri Şakir (Şen) ve evlere temizliğe giden Hacer (Gruda) ile tanışıyoruz. Şakir ve Hacer sevgilidirler ama adamın annesinden korkması nedeni ile evliliği gündeme getirememektedirler. Hacer için bu evlilik bir sınıf atlamayı getirecektir beraberinde ama Şakir’in annesi tam da bu sınıf farklılığı nedeni ile bu birlikteliğe asla izin vermeyecektir. Apti de âşıktır Hacer’e ve önünde iki engel vardır: Amiri ve Hacer’in, ailesi ile birlikte amiri daha uygun bir aday olarak görmeleri.

Sokaklarda duvarlarda “Katil İktidar”, “Halkın Birliği” gibi sloganların ve “Faşizme Karşı” eylem çağrılarının yer aldığı bir zamanda geçiyor film. Şeker, yağ ve tüp kıttır ve saatlerce kuyrukta beklemeyi gerektirmektedir. Ekmek için bile itiş kakış vardır bu dönemde ama bir yandan da “Kuyrukta yer tutma” gibi girişimciliklere de imkân sağlamaktadır. Camdan cama sohbet eden kadınlar ve herkesin birbirinin tanıdığı sokak gibi unsurlar 1970’lerin ülkesinden bugüne neleri kaybettiğimizi (olumlu ve olumsuz yönleri ile birlikte) gösterirken, bugün üzerinde epey düşünmemiz gereken bir konuyu da (toplumsal bakışın yerini 1980 darbesinden sonra planlı ve özenli bir şekilde yerleştirilen bireysel bakışın alması) hatırlatıyor. Bugün istanbul’da böyle bir sokak bulmak ve bu karakterle karşılaşmak pek mümkün değil ve sağladığı nostalji duygusu ile film bu açıdan da ilgiyi hak ediyor. Bugün hangi sokak sakini yaşadığı yeri süpüren temizlik işçisinin bırakın adını bilmeyi, yüzüne aşinadır ki örneğin? 1980 öncesinin toplumsal hareketlerini kırmak için neo-liberal bakışla birlikte ülkeye hâkim kılınan bireyselciliğin doğal sonucu olarak birbirlerini görmeden yaşıyor insanlar artık.

Sınıf farkları hikâyenin tam da göbeğinde yer alıyor; evet bir zamanlar Türkiye sinemasında sınıf meselesi hikâyelerin, tıpkı hayatlarımızın kendisi gibi doğal bir parçası olabiliyordu. Evet, bir zamanlar popüler güldürülerimiz Recep İvedik türü pespayelikler peşinde koşmadan da geniş kitlelere ulaşabiliyordu ve yine de eğlendirebiliyordu seyircisini yaratıcılarının yeteneklerinin sayesinde. Apti’nin Hacer için rakibinin kim olduğunu öğrendiğinde buna inanmayarak, “Koskoca bir belediye amiri hizmetçiye gönül verir mi?” sorusunu tam bir saflıkla sorması, Hacer’in ailesinin kızı sınıf atlamak için bir araç olarak görmesi ve elbette çok yetersiz olsa da bazı karakterlerin toplumun farklı kesimlerinin sembolü olarak kullanılması (gazetelere sürekli şikâyet yazıları yazan emekli karakteri toplumdaki sorunlar karşısında bir aydının pasifliği olarak görülebilir örneğin) Bugay ve Ökten’in kendi dünya görüşlerine de uygun olarak, hikâyelerine politik ve sosyal bir boyut katmalarının örnekleri olarak gösterilebilir. Apti’nin -bir Yeşilçam geleneği olarak!- tesadüfen keşfedilip şarkıcı olması ile kapıldığı sınıf atlama hayalinden süratle uzaklaşması (daha doğrusu, uzaklaşmak zorunda kalması) Sunal’ın tüm karakterlerlerinin olduğu gibi Apti’nin de zayıflıkları ve saflığının yanında temel olarak iyi bir insan olarak resmedilmesinin sonucu oluyor. Senaryonun Şakir karakteri üzerinden özenle yarattığı maço erkek parodisini de unutmamak gerekiyor bu bağlamda.

Hacer’in ailesinin zabıta Şakir’i kovaladığı sahneden Apti ile Hacer’in çocuklarla parkta eğlendiği sahneye pek çok bölümü ile sıcak ve samimi bir hava yaratan Ökten’in yönetmenliğinin de takdiri hak ettiği filmde önemsiz olmayan kusurlar da var. Bir kadını tecavüz ederek elde etme düşüncesi komedi malzemesi yapıldığı gibi, herhangi bir eleştiri de yok bu konuda. Dolayısı ile bu eylem girişimini sadece ilgili karakterin yanlışı olarak görme fırsatı bile tanımıyor film bize. Bir şarkı ile birden hem gazino seyircisinin hem gazino patronunun büyük beğenisini alan bir adamın bir başka şarkı ile neden alay ve yuhalamaya maruz kaldığını anlamak da mümkün değil; sadece karakterin sahnedeki sakarlığı izah edemiyor bunu ve sadece hikâyenin ilerlemesi için başvurulmuş bir seçim olduğu anlaşılıyor bunun. Oysa hem iyi şarkı söyleyen hem de güldürebilen bir adam gazino sahnesinde herhalde çok daha çekicidir ticarî açıdan.

Sunal’ın en parlak işlerinden biri olan film farklı ikililer arasındaki alt-üst ilişkilerini gündeme getiren ve dönemin Türkiyesi’nden keyifli ve dikkatli bir fotoğraf çeken bir çalışma. Tıpkı tüm o olumlu/olumsuz yönleri ile yok olan / yok edilen ve yeniden yaratılması mümkün olmayan mahalle kültürü gibi bu ve benzeri filmlerin de yeniden çekilmesi imkânsız artık bu ülkede. İşte sadece bu nedenle bile önemli bir yapıt bu.

Yoksul – Zeki Ökten (1986)

“Şimdi piyasa serbest, aslanım. Gözünü aç!”

Büyük bir iş hanının çay ocağında çalışan ve tek amacı biraz para kazanıp sevdiği kızla evlenebilmek olan bir adamın hikâyesi.

Senaryosunu Umur Bugay’ın yazdığı, yönetmenliğini Zeki Ökten’in yaptığı bir Türkiye yapımı. Tüm Türkiye’nin üzerinden bir silindir gibi geçen 12 Eylül darbesinden sonra kendisine gelmeye çalışan Türkiye sinemasının 1980’lerdeki ilginç örneklerinden biri olan çalışmanın, açılış jeneriği sırasındaki çok kısa görüntüler dışında tamamı bir iş hanının içinde geçiyor. Özal’ın serbest piyasa ekonomisinin hâkim olduğu ülkede bu hanı Türkiye’nin mikrokozmosu gibi kullanan film -bir parça fazla- iddiasız bir havada aslında hayli doğru ve güçlü bir resmini çiziyor toplumun. 1980 darbesi öncesindeki toplumsallaşmanın tam tersi yönde bir bireyselliğe dönüşmeye teşvik edildiği bir dünyayı tümü ilginç ve gerçekçi karakterlerle anlatan ve Kemal Sunal’ın “İnek Şaban”lığın izlerini taşısa da artık daha “ciddileşen” iyi bir performans gösterdiği film dönemin ilgiyi hak eden yapıtlarından biri.

Film İstanbul Mahmutpaşa’daki Büyük Abud Efendi Hanı’nda çekilmiş. 1887 yılında (bazı kaynaklara göre 1895) Suriye kökenli bir tüccar olan Abud Efendi tarafından yaptırılan hanın mimarı bilinmiyor bugün ve bu bilgisizlik Türkiye’nin hamasetle bakarak boş bir milliyetçilik yapmak dışında geçmişi hakkında pek de bir şey bilmediğini ve daha da kötüsü bilmeye de pek gerek duymadığını gösteriyor. Oysa örneğin bu hanlar yaptıranları, mimarları, ilk günlerinden günümüze geçirdikleri değişimleri ve tanık oldukları ile ülke tarihi ve bu topraklar hakkında çok şey anlatabilir meraklısına. Zeki Ökten’in filmi işte bu hanlardan birini mekân olarak kullanırken, onun ve içindekilerin üzerinden bir Özal Türkiyesi resmi çiziyor bize. 24 Ocak 1980 kararları ile başlatılan neo-liberal politikaların sürdürülebilmesi için gerekli toplumsal düzenin kurulması ve bu politikalara itiraz edeceklerin ortadan kaldırılması hedefine hizmet eden darbenin üzerinden 6 yıl geçmişti filmin çekimleri başladığında. Özal başbakan, Kenan Evren cumhurbaşkanıdır; serbest piyasa, döviz kurları ve köşeyi dönme konuşmaları ve anlayışı bu iş hanının bir örneği olduğu gibi tüm Türkiye’ye hâkimdir. Handaki çay ocağında çalışan ve herkesin Yoksul diye çağırdığı (gerçek adını hiç öğrenemiyoruz) adam bir yandan hırslı patronunun eziyetlerine katlanmakta, diğer yandan da onda biriken alacaklarını alıp aynı handa çalışan sözlüsü ile evlenmeyi planlamaktadır. Yoksul yaptığı iş gereği handaki her yere girip çıkabildiğinden herkesin sırrına ve dönen dolaplara hâkimdir. Film de onun handakilerle ilişkileri üzerinden bize “serbest piyasa” ile birlikte gelen ve rahatlıkla “serbest ahlâk” diyebileceğimiz bir yoz dünyayı anlatmaya soyunuyor.

Sunal’ın Türk seyircisinin çok sevdiği Şaban tiplemesinden ve onun türevlerinden uzaklaştığı ilk film denebilir bu çalışma için. Usta oyuncu -senaryonun da desteklemesi ile- birkaç sahnede üzerine yapışan bu tiplemeyi çağrıştırıyor belki ama genellikle hikâyenin gerektirdiği ton ve oyunculuk anlayışına uygun bir performans gösteriyor. Burada herhalde hem onun hem de filmin yaratıcılarının karşı karşıya kaldığı bir ikilemden söz etmek gerekir: Sunal’ın seyirciyi hemen yakalayan ve onun ilgisini garantileyen klasik tiplemesine sadık kalmak veya onun tam karşı noktasına düşen ve çok daha ciddi bir havası olan bir karakterle ilerlemek. Anlaşılan Umur Bugay ve Zeki Ökten ikincisine bir parça daha yakın duran bir seçenekte karar kılmışlar. Bunun artıları ve eksileri olmuş elbette; Sunal’ın eski tiplemelerine alışmış bir seyirci için hem karakteri hem de hikâye yeterince eğlenceli görünmüyor çünkü ve bu öneml bir risk. Üstelik gerekliliği tartışılacak birkaç sahnede o alışılan tiplemeye göz kırpmaktan da kendini alamamış senaryo ve dolayısı ile Sunal, ki bu durum da zaman zaman bir uyumsuzluk olarak gösteriyor kendisini. Öte yandan filmin, meselesini ki hayli önemli bir mesele bu, Sunal gibi büyük bir gücün desteği ile seyirci karşısına çıkarabilmesi ve böylelikle hayli eleştirel olan bir hikâyeyi daha geniş kitlelere aktarabilme şansı bulması oldukça önemli olsa gerek. Burada şunu da belirtmek ve Sunal’ın ve önceki popüler güldürülerinin hakkını da teslim etmek gerek: O filmlerde de sıkça dozu kaçan bir sululuk olsa da, yine de döneminin değelerine, düzenine ve toplumuna hep bir eleştiri vardı ve ortalama Yeşilçam seyircisinin o filmleri benimsemesinde bir şekilde orada kendi hayatından izler bulmasının da önemli bir etkisi vardı. O filmlerin bugün de popülerliklerini hemen hiç yitirmemiş olmaları da bunun kanıtı kuşkusuz.

İlk kareden başlayarak dönemin popüler şarkıları sık sık kulağımıza çalınıyor filmde. Arabesk ağırlıklı bu şarkılar ama o “damardan arabesk”ten çok, 1980’lerin pop, fantezi ve türkü ile buluşan arabeski söz konusu burada. “I Love You” (I Love You / Do You Love Me / Yes, I do sözleri ile arsızca devam eden meşhur şarkı), “Seni Sevmeyen Ölsün”, “Deli Gönlüm”, “Gülüm Benim” vb. şarkılar oldukça akıllıca kullanılıyor filmde. Açılışta Mahmutpaşa’nın esnafı, hamalları ve ucuz alışveriş için oraya doluşmuş kalabalığını karşımıza getiren kamera şarkıdan şarkıya atlayarak görüntülediği kaosu destekliyor ve daha da önemlisi, bu şarkıların bir ortam sesi olarak algılanmasını sağlıyor. Bir ortam sesi, çünkü söz konusu şarkılar o dönem toplumun geniş bir kesiminin bolca dinlediği melodilerdi ve hanın içinde Yoksul farklı odalara girip çıktıkça çalışanların hayatlarının hep bu şarkılarla çevrili olduğunu görüyoruz. Ökten’in, şarkıları filme bir renk katmak için değil, karakterlerin ve öykünün doğal bir parçası olarak -doğru bir biçimde- saptaması ve değerlendirmesi filmin önemli başarılarından biri.

Bugün han içinde hâlâ aynı şekilde duran ve filmin afişinin asılı olduğu çay ocağında çalışan Yoksul’un gözlediği ve içinde kendi yolunu bulmaya çalıştığı hayatı anlatan filmde para başrolde aslında. Pahalılık, zam, ekonomi, tefecilik, faiz, döviz, KDV (Özal 1985 yılında Türkiye’nin hayatına sokmuştu bu vergiyi), serbest piyasa, imar affı ve hatta Yoksul’un ağzından duyduğumuz liberalizm sözcüğü hikâyenin başından sonuna kadar sürekli olarak parayı gündeminde tutuyor hikâyenin. Herkesin kendi çıkarları peşinde koştuğu ve Özal’ın kötü şöhretli “Benim memurum işini bilir” sözüne uygun bir biçimde “işini bildiği” bu hikâyede çizilen dünyanın sahiciliği her anında hissettiriyor kendisini ve bunda mekânların gerçekliğinin önemli bir payı var. Hiçbir set tasarımının elde edemeyeceği bir otantik havayı bu sayede yakalıyor Ökten’in filmi ve Bugay’ın o hayatın içinden çekilip alınmış görünen sahici karakterleri ile birlikte filmin gerçekçiliğini oldukça üst bir düzeye taşıyor. Mahmutpaşa civarındaki o hanlardan herhangi birine girmiş herkesin yakalanan gerçekçiliği onaylayacağı bir başarı bu. Aslında olaylarla dolu bir hikâyesi yok senaryonun ve bu açıdan filmin önemli bir riski göze aldığı açık ama hedefini oldukça mütevazı tutan filmin bunun yerine, yaptığı tercihle 1980’ler Türkiye’sinin oldukça doğru bir profilini çizebilmesi bu olaysızlığı unutturuyor çoğunlukla.

Filmin tüm karakterleri, Yoksul’un kendisi dahil olmak üzere, ahlâki açıdan sorunlu ve anlaşılan Bugay’ın senaryosu Türkiye’de darbe ve onun tüm topluma egemen olmasını sağladığı liberalleşmenin ülkenin ahlâki temellerinin sarstığının sembolü olarak kullanmış bu karakterleri. Yoksul’un “Elbet bizim de fikrimizin sorulacağı gün gelecek”cümlesi ise karşılığını buluyor ama acı bir şekilde; onun şikâyetçi olduğu düzenin parçası olarak bu hesabı sorabilecek hâle gelmesi şeklinde gerçekleşiyor bu. Özetle, bir Sunal filminden bekleneceğinin hayli ötesinde karanlık bir tablo bu çizilen; bu tabloya katılan mizah ise o kadar güçlü değil. Örneğin “Şimdi konuşamaz, ölüyor; sonra arayın” sahnesi eski Sunal filmlerinde göreceğiniz türden ucuz bir mizah örneği. Buna benzer başka anlar ve sözlü espriler de var filmde ve ne eski Sunal’ı arayanlar ne de daha farklı bir mizah bekleyenleri tatmin edebilir bu bölümler.

Filmin alçak gönüllülüğünün bir parça ileri gittiğini de söylemek gerekiyor. Ökten bir başka dönem eleştirisi hikâyesi olan ve Özal’lı yılların gerçek resimlerinden birini ortaya koyan “Faize Hücum”da (1982) çok daha çekici ve dolu bir öykü anlatmıştı bize. Burada ise belki ekonomik koşulların da etkisi ile daha mütevazı bir tavır tercih edilmiş ve bu seçim de filmin lehine olmamış her zaman. Açıldığı gibi bir gürültü (başta hanın dışındaki hayattan gelen gürültü burada yerini hanın içinden gelene bırakıyor) ve o gürültünün içinden gelen şarkılar ile kapanan film o kaotik yozlaşmaya bir bakış atan ve bunu iddiasız bir şekilde yapan bir çalışma. Bugay’ın senaryosunun onlara sağladığı olanakları çok iyi değerlendiren tüm oyuncuların tam bir takım performansı sergilediği film için Zeki Ökten, 2006’da Ali Karadoğan ile yaptığı görüşmede “Yoksul diye bir film çektim, insanlar anlamadı ama. İnsanları yoksul, yoksul diye bağırttım.” demiş. Günümüzde yaşanan ekonomik ve sosyal sorunların asıl kaynaklarından birinin 1980’lerin politikaları olduğunu düşününce, Ökten’in bu alçak gönüllü yapıtının önemini koruduğunu ve ilgiyi hak ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Şaşkın Damat – Zeki Ökten (1975)

“Benim karım nasıl senin nişanlın oluyor yahu?”

Bahçıvanlık yaptığı köşkün sahibinin yeğenine aşık olan adamla, amcasının parasını alabilmek için bu adamla evlenmek zorunda kalan kadının hikâyesi.

Sadık Şendil’in senaryosundan Zeki Ökten’in çektiği bir Kemal Sunal filmi. Televizyonun hızla toplumun hayatına girmesi ile ciddi bir seyirci kaybına uğrayan Yeşilçam’ın çareyi “seks filmleri”nde aradığı dönemin başlarında çekilen film, bu türden elbette epey uzakta duran ama o furyanın gündeme getirdiklerine göz kırparak onlardan yararlanma niyetini de gizle(ye)meyen bir çalışma. Bir seks komedisi değil ama bu ifadelerin ilkine selam gönderen, ikincisini ise özellikle Kemal Sunal üzerinden üretmeye çalışan bir film bu ve başta Sunal hayranları olmak üzere, edepli seks komedilerinden hoşlananların da keyif alacağı bir çalışma.

Jenerikte filmin senaristi olarak Sadık Şendil’in adı geçiyor ama hikâye İtalyan yazar Giovanni Guareschi’nin Türkçeye “Acele Koca Aranıyor” adı ile çevrilen ve orijinal adı “Il Marito in Collogio” olan romanını fazlası ile andırıyor. Yeşilçam’a özgü bir “esinlenme” diyerek gülüp geçebileceğimiz bu olayda asıl ilginç olan ise Guareschi’nin 1944 tarihli romanının ülkesi İtalya’da bizden sonra sinemaya uyarlanmış olması (Maurizio Lucidi’nin yönettiği, 1977 yapımı ve romanla aynı adı taşıyan film). Roman İtalyanca adının da vurguladığı gibi “yatılı okuldaki bir koca”yı anlatıyor ama Şendil’in senaryosu Sunal’ın canlandırdığı kocanın okula gönderilme hikâyesini gerçekçiliği hiç umursamadan ve seyirciyi ikna etmeye hiç çalışmadan getiriyor karşımıza. Bu “anlamlı bir gelişim çizgisi” yaratma telaşının hiç ortalıkta görünmemesi filme zarar veriyor kuşkusuz ve tek örneği de bu değil bu problemin. Romanda kocanın okula gönderilmesinin gerekçesi -asıl amaç onu göz önünden kaldırmaktır- ona görgü öğretmektir çünkü kaba ve cahil biridir kendisi. Şendil’in senaryosu ise herhangi bir gerekçe bulmaya bile zahmet etmiyor ve Sunal’ı fiziksel görünümleri en fazla ortaokul öğrencisi olabileceklerini düşündürten çocuklarla aynı sınıfa koyabiliyor ve onlarla aynı yatakhanede yatırıyor koca adamı. Seyircinin de bu tuhaflığı ve anlamsızlığı hiç umursamayacağını bilmenin verdiği rahatlık var bunun arkasında elbette; sonuçta nasılsa kocayı oynayan Kemal Sunal ve o da tek başına seyirciyi filme çekebilecek bir cazibe kaynağı.

Zengin ve muhafazakâr bir amca ve onun parasının peşinde olan, çalışmak gibi bir dertten uzak ve tek amaçları eğlenmek (içki, kumar, seks) olan akrabalar var hikâyede, bir de amcanın bahçıvanlığını yapan saf Apti, yani Sunal. Amcasını ziyarete giderken başörtüsü takan, “edepsiz” kıyafetlerini “edepli” olanlarla değiştiren yeğenin (Meral Zeren) daha ilk sahnesinde Zeki Ökten kaba bir erotik görüntü yakalamanın peşine düşüyor tuhaf bir şekilde (araba koltuğundaki kıyafet değiştirme sahnesi) ve onun akrabasını oynayan Elif Pektaş ile bu kaba erotizmin dozunu yükseltiyor daha sonra; evde verilen bir partide kameranın Pektaş’ın eteğinin altını özele görüntülemesi örneğin hayli rahatsız edici ve Ökten’e hiç de yakışan bir sahne değil. Ne var ki dönem erotik sinemanın ilk patladığı yıllara denk geliyor ve Yeşilçam’ın bu türden en uzak duran yapımları bile dozunda tutmaya çalışsa da erotizmden kaçın(a)mıyor tamamı ile. Bunun filmdeki en ileri giden örneği ise yukarıda anılan parti sahnesi. Gençlerin çılgınca dans ettiği ve bir kaptaki çikolatayı tattıkları sahne çikolataya bulanmış dudaklarla öpüşmelerini, çiftlerin seks için birer birer evin farklı köşelerine çekilmelerini ve hatta bir çiftin tam da seks yaparken amca tarafından basılmasını da gösteriyor bize film ama tüm bu çılgın partinin düzenleyicilerinden olan kızımız birliklte odasına kapandığı erkeğe “direniyor” anlamsız ama anlaşılabilir bir şekilde. Anlaşılabilir; çünkü o sonuçta Sunal’ın sevdiği kızdır ve filmin tahmin edilebilir sonunun da gerektirdiği gibi kendisi ancak “el değmemiş” ise, bu birlikteliği hak edebilir.

Dönemin seks filmlerinin çağrıştırdıklarından hiç çekinmeden yararlanan ama kendisini daha edepli bir yerde konumlandıran filmin hikâyesi esprilerinden çok Sunal’ın oyunundan (ama asıl olarak varlığından) alıyor komedisini. Oyuncunun “şaşkın bir damat” tiplemesine uygun olan performansı, özellikle de ona düşkün olanları tatmin edecek düzeyde ama daha önce defalarca izlediğiniz bir performansın tekrarı olmaktan öteye de gitmiyor aslında. Günümüz Türkiye sinemasındaki (ve elbette Türkiye toplumundaki) yozlaşmanın örneği ve hatta bu yozlaşmayı besleyen kaynaklarından biri olan Recep İvedik (ve onun karakteri ile iç içe geçmiş yaratıcısı Şahan Gökbakar) ile karşılaştırıldığında çok daha saygın bir yerde duruyor Sunal şüphesiz. İvedik’in (=Gökbakar’ın) arsızca ve sinsi bir şekilde geçtiği tüm sınırların hemen ucuna kadar gelse de daha ileri gitmeyen, hem kendine hem de seyircisine saygıyı unutmayan Sunal’ı takdirle anmak gerekiyor yine de. İşte yaratıcıları da ellerinde Sunal olunca, tüm filmi onun üzerine kurmakta bir sakınca görmemişler ve onun çocuk yaştakilerle aynı yatılı okula gönderilmesini veya karakterinin şaşkın ve saf olmakla aptal olmak arasında gidip gelmesini hiç umursamamışlar, fanatik seyircisinin de umursamayacağını bilmenin rahatlığına da dayanarak elbette.

Çocuk oyuncu Kahraman Kıral’ın, amca rolündeki Ali Şen’in ve zengin kadın peşindeki adamı oynayan Bülent Kayabaş’ın keyifli oyunculuklar sergilediği film, bir çocuğa “Siz karı milleti” diye başlayan bir cümleyi söyletmek gibi rahatsız edici öğeleri de barındıran bir çalışma. Bu ve yukarıda sıralanan ciddi problemleri filmin Sunal’ın en öne çıkan çalışmaları arasına girmesine engel oluyor kuşkusuz ama yine de “bir Kemal Sunal filmi” bu ve sunduğu -kısıtlı da olsa- eğlencenin tadını çıkarmanın bir zararı yok.

Kapıcılar Kralı – Zeki Ökten (1976)

“Sen Seyit’i ne sandın? Seyit kapıcıların kralı”

1970’lerin İstanbul’undan bir apartmanın sakinlerinin ve kapıcı ailesinin hikâyesi.

Yıllar sonra, Türk televizyon tarihinin en uzun soluklu ve en başarılı televizyon dizilerinden birine, “Bizimkiler” dizisine ilham kaynağı olan bir Türk sineması klasiği. Umur Bugay’ın yazdığı ve Zeki Ökten’in yönettiği film elbette bir Kemal Sunal filmi aynı zamanda. Bugay’ın müthiş bir gözlem gücü ile oluşturduğu karakterlerin en büyük kozu olduğu film dönemin Türk toplumunun sembolü gibi görünen karakterleri ve onların diyalogları ile iyi yazılmış ve hikâyeye uygun bir tempo ile yönetilmiş bir çalışma. Kimi yan oyunculukların vasat olduğu filmin bu kusurunu Kemal Sunal tek başına gideriyor filmin hemen her anında. Onca farklı karaktere ve her birinin senaryoya yedirilmiş hikâyesine rağmen, film çoğunlukla yüzeysellik tuzağına düşmeden her birine hak ettiği ilgiyi veriyor. Tüm başarısına ve “kült” olmasına rağmen, filmin on üç yıl sonra yayınlanmaya başlayan dizinin pilot bölümü havasını taşıdığını (karakterleri ve mekanı tanıtmak anlamında) veya eklenen ve aslında o kadar da önemli olmayan soygun hikâyesi düşünüldüğünde de adeta dizinin popülaritesinden yararlanarak çekilmiş gibi göründüğünü de belirtelim.

Evet, hep söylendiği gibi dönemin Türk toplumunun bir mikrokozmosu kapıcımızın çalıştığı apartman. Farklı meslek gruplarından ve/veya farklı sınıflardan karakterler bu apartmanda bir ortak yaşam kur(ama)ma hikâyesi ile geliyorlar karşımıza. Umur Bugay’ın başarılı senaryosu her bir karakteri yer verdiği süresinden bağımsız olarak bir şekilde bize tanıtmayı başarıyor ve bunu yaparken onları mutlak kötü veya iyi olarak sınıflamıyor. Aksine memur ve ailesi dışında, diğer tüm karakterler hırsları, zaafları, “kötülükleri” ile sergileniyorlar. Öyle ki Sunal’ın kapıcı karakterini bile çok da sevilesi özelliklerle süslememiş senaryo, her ne kadar gerek Sunal’ın oyunculuğunun otomatik olarak yarattığı sempati gerekse Bugay’ın zaman zaman (ve belki de ticari nedenlerle) Sunal’ın halk nezdindeki “olumlu” imajını kullanmaktan kaçın(a)mamış olması kendisini hissettirse de. Köşeyi dönmek için her türlü küçük üçkağıdın peşinde bir kapıcı karakteri Sunal’ınki. El altından içki satmak, apartman sakinleri için yaptığı alışverişlerin bir kısmını cebine atmak ve karısını da gücünün son damlasına kadar çalıştırarak para biriktirirken, çocuklarını bir elmayı paylaşmaya zorlayacak kadar cimri davranmak… Özellikle bu son sahne filmin bir ikilemini de getiriyor önümüze, yukarıda da değindiğim. Acımasız bir şey, bir babanın çocuğunu tek başına bir elmayı yemeğe kalkıştığı için azarlaması ve elmayı kardeşi ile paylaşmaya zorlaması, ama söz konusu baba Kemal Sunal olunca gülüyorsunuz burada ve üstelik filmin bir kara mizah yapma derdi olmamasına rağmen böyle oluyor. Onun karısını ve çocuklarını oldukça kaba biçimde azarlaması da rahatsız edici değil, komik ki aslında rahatsız edici olan filmin ve bizim bu komikliğin tadını çıkarmamız. Finalde de apartmandaki tüm karakterler onun karşısına dizildiğinde (“intikam”), kapıcının kötü yanlarını unutup onun tarafında hissediyorsunuz kendinizi.

1976 yılında çekilen film dönemin siyasal ve toplumsal olaylarına hiç girmemiş (tek bir sahnede sokak duvarında yazılı olarak gördüğümüz ve dönemin milliyetçi cephe hükümetine hitap eden “katil MC” yazısı dışında ki bu da daha çok bir tesadüf gibi görünüyor, özellikle de o dönemde slogansız bir duvar bulmanın ne kadar zor olduğunu hatırlarsak) ve bunun yerine toplumu apartmandaki sembolleri ile ele almayı tercih etmiş. Köşe dönmek, hızla göç alan İstanbul’da kuralsız ve kendiliğinden oluşan apartman hayatının ilişkiler ve bireyler üzerindeki etkileri, apartmandaki kaosu yönetemeyen yöneticinin yerine emekli albayın idareyi ele alması (evet, dört yıl sonra gerçekleşecek 12 Eylül darbesindeki gibi) vs. eğlenceli sahnelerle ve karakterlerle anlatılıyor filmde. Kimi yan karakterleri canlandıran oyuncuların bir parça zayıf oynaması ve soygun yan hikâyesinin filme bir şey katmayan bir havasının olması gibi kusurları da var filmin. Umur Bugay’ın yıllar sonraki diziye bu karakterlerin çoğunu üstelik tipik özellikleri ile (örneğin maço karakterin her park ettiğinde arabanın önündeki çöp tenekelerini devirmesi) taşıyabilmesi ve “Bizimkiler” dizisi ile yıllar sürecek bir ilgiye sahip olabilmesi, bu karakterlerin sağlamlığını gösteriyor kuşkusuz.

Hikâyesinden çok karakterleri ile önemli olan, Sunal’ın Altın Portakal ödüllü oyunu ile sürüklediği, Zeki Ökten’in hemen her zaman gerekli dinamizmi içeren yönetmenliği ve Türk toplumundan o döneme ait gibi görünse de bugüne aynen taşınabilecek ve bir iki ekleme ile (muhafazakâr yeni Türkiye’nin sembolleri örneğin) günümüzü de bütünü ile resmedebilecek karakterleri ile önemli bir film. Görülmeli.