Jiang Hu Er Nü – Zhangke Jia (2018)

“Yüksek sıcaklıkta yanan her şey saflaşır”

Yerel bir gansgtere âşık olan bir kadının adam için girdiği cezaevinden çıktıktan sonra yaşadığı hayal kırıklığının hikâyesi.

Zhangke Jia’nın yazdığı ve yönettiği, Çin ve Fransa ortak yapımı olarak çekilen bir film. Yönetmenin, çocukluğunda tanıdığı ve hatta kendisine rol model olarak aldığını söylediği bir küçük gansgterden yola çıkarak yazdığı senaryo bir aşk, bağlılık ve ihanet hikâyesi anlatıyor. Cannes’da Altın Palmiye için yarışan film başlarda bir gansgter hikâyesi anlatır gibi olsa da, daha sonra asıl konusuna, bir kadının bağlılık ve fadakârlığının anlatımına sapıyor ve Çin’in hızlı kalkınması ve dönüşümünün sonuçlarını da katarak bir bireysel öyküyü doğru toplumsal boyutlar ile ilişkilendirerek dikkat çekici bir başarıya ulaşıyor. Yönetmenin hemen tüm filmlerinde rol alan ve aynı zamanda eşi olan Tao Zhao’nun Fan Liao ile birlikte mükemmel denecek bir performans sergiledikleri film çağdaş Çin sinemasının önemli yapıtlarından biri.

Filmin orijinal adı “Jianghu’nun Oğulları ve Kızları” anlamına geliyor dilimizde. Jianghu’nun kelime karşılığı “Nehirler ve Göller” ama temel olarak Çin’in eski çağlarında toplumdan ayrı yaşayanların kardeşliği gibi bir anlamı var. Merkezî otorite dışında kalan bir örgütlenmeyi -ille de bir suçla ilişkisi olmadan- ifade eden bu sözcüğü içeren bir isim yerine uluslararası gösterimler için İngilizce olarak farklı bir ad seçilmiş ve bizde vizyona çıktığında da kullanılan ad seçilmiş: Kül en saf beyazdır. Bir sahnede kadın erkeğe “Yanardağ külü çok saf olur, değil mi?” diye soruyor ve adamın “Belki” cevabına karşılık olarak da “Yüksek sıcaklıkta yanan her şey saflaşır” cümlesini kuruyor. İki karakterin de kişisel trajedileri var hikâyede ama asıl yanan (ve saflaşan?) sevdiği adama “Jianghu” geleneklerine uygun olarak sonsuz bir bağlılık gösteren kadın oluyor; rakip çetenin üyeleri tarafından sıkıştırılan ve öldürülmek üzere olan erkeği kurtarmak için adama ait olan ruhsatsız olan silahla havaya ateş ediyor ve beş yıl cezaevinde yatıyor. Erkek ise sadece bir yılını geçiriyor hapishanede ve kadın cezası bittiğinde onunla tekrar bir araya gelmeyi beklerken çok başka bir durumla karşılaşıyor.

Zhangke Jia hemen her zaman yaptığı gibi Çin’in toplumsal, sosyal ve ekonomik değişimini hikâyesine karakterlerin kişisel öykülerinin de bir parçası olacak şekilde yerleştirmiş. Devasa beton apartmanlar heybetli çirkinlikleri ile sık sık görüntüye girerken, ekonomik değeri kalmadığı için kapatılan kömür madenlerinin ve dünyanın en büyük beton yapısı olan Üç Boğaz Barajının (yönetmenin 2006 tarihli “San Xia Hao Ren” (Durgun Yaşam) filminin de göbeğindeydi bu baraj) yöre halkını göç etmeye zorlamasından eski çetecilerin artık “iş adamı” olmalarına ülke tarihinin önemli değişimlerini hikâyenin tam da ortasında yerlerini almış olarak görüyoruz. Kadının hâlâ devrimci inancını koruyan ve ülkedeki “kapitalizm”e kayışa karşı tek başına direnen babasını ve Village People’ın “Y.M.C.A.” şarkısı eşliğinde yapılan toplu dansın ve bir çete liderinin salon danslarına düşkünlüğünün (absürt denecek bir cenaze sahnesinde bu danslardan icra eden bir ikiliyi bile görüyoruz) sembolü olduğu Batılı değerlerin topluma girmesini de katabiliriz bunlara. Kadın silahtan hoşlanmaz (yine ilginç bir dans sahnesi var bununla ilgili) ve artık dönemin değiştiğini söyler adama (öte yandan eski dönemin sadakat gibi değerlerine asıl bağlı olan da odur); oysa adam hiç de o şekilde düşünmemektedir. İlginç olan ise kadın cezaevinden çıktığında yeni dünyaya ve değerlerine erkeğin çoktan uyum sağladığını görür.

Hemen herkesin sürekli sigara içtiği filmde “Hızla gelişen, bir sürü yeni inşaat alanı olan şehirlerin ele geçirilmeyi (yağmalanmayı ve yeni oluşan rantlara el konulmasını) beklediği” (günümüzde Türkiye!) beklediği bir Çin’de geçen hikâyede Tao Zhao’nun canlandırdığı Qiao karakteri hikâyeyi ilgi çekici kılan önemli unsurlardan biri. Akıllı ve inatçı bir kadın o ve kelimenin olumlu anlamı ile oldukça saf: Adama ve aşklarına tam bir bağlılığı var, babası ile çok yakından ilgileniyor ve en zor durumda bile bir çıkış yolu buluyor kendisine. Hikâye boyunca çeşitli oyunlarla ayakta kalmayı başarıyor, özellikle de hapishaneden çıktığında sevdiği erkeğe tekrar ulaşmaya çalışırken. Bedava yemek için bir düğüne karışmaktan “kürtaj oyunu”na, kendisine cinsel beraberlik öneren bir adama oynadığı oyundan aradığı erkeğe ulaşmak için polisi kullanmasına amacı doğrultusunda hiçbir engel tanımadan ilerleyen bir kadın o; buna karşılık hikâyenin “yanan” kişisi de o oluyor. Bununla ilgili üç çok önemli sahne var filmde: Bunların ilkinde kadın ve adam nihayet bir otel odasında tekrar bir araya gelir ve yüzleşirler. İçerdiği tüm trajik unsurlara rağmen dramatik patlamalardan uzak bir şekilde ve tek bir çekimle oluşturmuş bu sahneyi yönetmen ve iki başrol oyuncusunun (Tao Zhao ve Fan Liao) parlak performansları ile önemli bir ustalık göstermiş. Bir diğerinde kadını bir konserde görüyoruz tek başına ve genç pop şarkıcısı bir oğlana ağlayarak eşlik ediyor şu sözlerde: “Aşk kaç kez tekerrür edebilir ki? / Bu hayatta beklemeye değer kaç kişi var ki? / Aşk ateşi sönüp gittiğinde / Tekrar sevmeye cesaretim olabilir mi ki?”. Son bir örnek olarak final sahnesini gösterebiliriz; yaşadığı yerin güvenlik kamerası aracılığı ile görüyoruz kadını burada ve bir bakıma söylediği şarkının sözlerine cevap oluyor bu görüntüler.

Bir ganster hikâyesi olarak başlayıp seyirciye önce bir intikamı ima eden, ardından bir arayış öyküsüne kayan film erkeğin kadına olan tutumu üzerinden bir eril iktidar eleştirisi de yapıyor. Adamın parasız kaldığında ve fiziksel olarak yetersiz bir duruma düştüğünde (gücünü ve dolayısı ile iktidarını kaybettiğinde) ya da yeterliliğine yeniden kavuştuğunda takındığı tavır bu anlamda sert ve yerinde bir erkeklik eleştirisi olurken, kadının aşkının ve sadakatinin sonuçlarına katlanmak zorunda kalsa da kendi ayakları üzerinde durabilmesi, tam tersine bir övgü oluyor aslında. Hikâyedeki erkek karakterler genellikle hep olumsuz özellikleri (suçlu, yalancı, vefasız, güvenilmez vs.) ile resmedilirken, Qiao’nun iki kez ihanete uğrayacak kadar “saf” olmasına rağmen daha güçlü ve dürüst olarak gösterilmesi de yine bu bakışın sonucu olsa gerek.

Yönetmen Zhangke Jia farklı sahnelerde farklı görüntü formatı ve film tipi kullanararak zamanın değişimini anlattığı gibi, o sahnelerin ruhuna en uygun olduğunu düşündüklerini seçmiş. Filmlerinde birbirleri ile ilişkili hikâyeler anlatan ve özellikle ülkenin değişimini hep odağında tutan sinemacının uzun bir döneme, yaklaşık 17 yıla yayılan hikâyesinin her bir bölümünü neredeyse kendi içinde ayrı bir kısa hikâye gibi anlatması da bu farklı format seçimi ile hayli uyumlu. Karakterlerin hayatlarının kontrollerini kaybetmesini, yönetmenin Çin’de bireylerin hayatları ile ilgili hissettiklerinin bir alegorisi olarak görmek de mümkün; sanatçının filmografisindeki diğer yapıtlar düşünüldüğünde de yerine daha çok oturuyor bu bakış. Bir trajedi olarak da görülebilecek hikâyesinde iki başrol oyuncusunun da abartıdan uzak ve dramatik dozu çok iyi ayarlanmış, bir yandan en ufak incelikleri bile hissettirirken öte yandan vurucu gücünü hep koruyan performanslarının da çok önemli katkı sağladığı bu film görülmesi gerekli çağdaş sinema örneklerinden biri kesinlikle.

(“Ash Is Purest White” – “Kül En Saf Beyazdır”)

San Xia Hao Ren – Zhangke Jia (2006)

“Üç Boğaz Barajı sayesinde bugün tüm dünyanın gözü bir kez daha bu bölgenin üzerinde. Baraj birkaç nesil boyunca liderlerimizin en büyük hayali olmuştu. Bölgenin insanları bu baraj için büyük fedakârlıklarda bulundular”

İnşa edilmekte olan baraj nedeni ile hayatları değişen bölge insanları ve ilişkileri bu bölgede akıbetlerine kavuşan iki çiftin hikâyesi.

Çinli yönetmen Zhangke Jia’nın senaryosunu Na Guan ve Jiamin Sun ile birlikte yazdığı bir Çin yapımı. Yangtze nehiri üzerine kurulan ve dünyanın en büyük hidroelektrik santrali olan Üç Boğaz Barajı’nın hayatlarını kökten değiştirdiği ve evlerinden ettiği insanların fonu önünde iki ayrı ilişkiyi anlatıyor Zhangke Jia. Orijinal adı “Üç Boğaz’ın İyi İnsanları” olan film festivallerde “Still Life” (“Durgun Yaşam”) adı ile gösterilmiş. Her iki ismin de yakıştığı bu “durgun” film bir yandan çağdaş Çin’den biraz karanlık bir resim çıkarırken ortaya, aynı anda bu resmin parçası olan bir çifti de getiriyor önümüze. Amatör oyuncuların da yer aldığı kadro yönetmenin bu filmden önceki ve sonraki kariyerindeki belgesel filmlerin de izlerini taşıyan ve sakin dili ile gerçekçi ve dürüst bir resim çizen önemli bir çalışma. Venedik’te Altın Aslan’ı kazanan film birkaç sahnede karşımıza getirdiği fantastik ögeleri gerçekçi ve sakina atmsoferi içine öylesine ustalıkla yerleştirmiş ki şaşırıyor ama yadırgamıyorsunuz.

Nehir üzerinde giden bir teknenin kalabalık yolcularını tarayarak başlıyor film. Geleneksel Çin müziğinin eşlik ettiği bu sahne kameranın teknedekilerden birine geldiğinde durması ile sona eriyor. Söz konusu bu karakter on altı yıl önce kızlarını da alarak kendisini terk eden karısını ve kızını görmeye gelen bir adam. Bölgenin altüst olan coğrafyası ve herkesin yer değiştirmesini aradan geçen on altı yıla ekleyince yoksul adamın ailesini bulması pek de kolay değil kuşkusuz ve o da bu uzun süreyi bulduğu işlerde çalışarak geçiriyor. Adamın bu işi hikâyesini Üç Boğaz Barajı ile bağlıyor; çünkü yaptığı işi baraj nedeni ile ortadan kaybolacak evlerin yıkım işidir çoğunlukla. Adamın birkaç sahnede nehire, baraja ve nehir üzerindeki köprüye baktığı anlar dışında çevresinde olan bitenler sadece kendi arayışını olumsuz olarak etkilediği için bir önem taşıyor. Filmin ikinci hikâyesi ise iki yıldır evine gelmeyen kocasını arayan bir kadını anlatıyor. Kocası baraj ve etrafındaki inşaatlarda çalışan bir yönetici ve kadın ne olduğunu öğrenmeye ve ona önemli bir kararını bildirmeye gelmiştir bölgeye. Film bu iki karakteri ve arayışlarını hiç çakıştırmadan anlatıyor; sadece bir sahnede birinin baktığı nehirden o sırada diğerinin bindiği teknenin geçtiğini görüyoruz, o kadar.

Zhangke Jia filmi farklı nesnelerin adını taşıyan bölümlere ayırmış: Sigaralar, Alkol, Çay ve Şekerlemeler. Bu nesnelerin aslında doğrudan bir önemi yok hikâye içinde; örneğin Çay adını taşıyan bölümde kilitli bir dolap açıldığında, aranan kocanın geride bıraktığı çay paketini görüyoruz. Sadece o an için bir anlamı olan nesnelerin adını bölümlere vererek filminin “sıradan”lığını ve belgeselci tavrını desteklemiş yönetmen. Yine de belki ek olarak şu yorumu yapabiliriz: Bu dört nesne de yaşamsal olmayan yiyecek ve içecekler; bunları öne çıkararak Çin’in tüm o kapitalistleşme sürecinde doğal olan uzaklaşmasını anlatmak istemiş de olabilir yönetmen. Buna karşılık yine hemen hiçbir zaman altını çizmeden, yönetmen bir başka temayı hep gündemde tutuyor ve hikâyenin arka planının güçlü bir unsuru olarak kullanıyor. Oldukça çirkin bir şehir görüntüsü sunuyor bize film. Yeşilliğin nerede ise hiç ortada olmadığı, tüm alanların yapılan ya da yıkılmakta olan çirkin binalarla dolu olduğu bir bölge burası. Öyle ki tüm bu görüntüler ortaya hayli soğuk bir atmosfer çıkarıyor ve çiftlerin kişisel hikâyelerini olduğundan daha da karanlık kılıyor. Filmin Çin’de sansüre uğramadan gösterilmesinin de gösterdiği gibi doğrudan bir eleştiriye girmiyor yönetmen ama evlerinden edilenlerin Mao, Lenin ve Marx gibi komünizmin sembol isimlerinin portrelerinin altında bürokratları yolsuzluk ve adam kayırmakla suçladığı sahneleri birkaç kez göstermekten veya madencilerin çalışırken ölmelerinden bahsetmekten de geri durmuyor.

Kameranın karakterlerini bir belgesel gerçekçiliği içinde izlediği filmde tüm oyuncuların oldukça yalın ve adeta kendi sıradan hayatlarını yaşıyorlarmış gibi bir havada oynamaları filmin önemli kozlarından biri. Kelimenin hem soyut hem somut anlamı ile pek çoğu yoksul hayatlar yaşayan bireylerin bu hikâyesini kötümser olarak adlandırabileceğimiz bir içerikle anlatan filmin buna rağmen onların hayatlarını ilgiye değer kılabilmesinde oyunculukların önemli bir payı var kesinlikle. Filmin içine yerleştirilen birkaç tuhaf sahnenin (yıkım işinde üzerleri çıplak olarak çalışan işçilerin hemen ötesinde radyasyon taraması yapan ve bu nedenle koruyucu kıyafetler giyen adamların çalışması; gökyüzünde kayan ve sonra gözden kaybolan bir “UFO”; müthiş bir dağ görüntüsünün ortasında karşımıza çıkan ve adeta legolardan yapılmış gibi duran, inşaatı yarım bırakılmış gibi görünen bir binanın birdenbire uzaya fırlatılan bir füze gibi tabanından alevler fışkırtarak gökyüzüne yükselmesi; yıkılmakta olan iki bina arasında gerili bir ip üzerinde yürüyen bir adam) anlamı yoruma açık olsa da burada önemli olan karakterlerin hiçbirinin bunları fark etmiyor olması ya da fark etseler bile umursamıyor olmaları. Bu gerçeküstü öğelerin, belki de karakterlerin kendi yaşam ortamlarındaki tuhaflıklardan ve doğal olmayan yaşamlarındaki diğer nesnelerden bir farkı olmadığını söylüyor yönetmen ve çizdiği resmin kötümserliğini vurgulamış oluyor.

Diyalogların sadelikleri ve gereksiz sözlerin yer almadığı içerikleri ile dikkat çektiği filmde müziği de ilginç bir şekilde kullanmış yönetmen. Görüntülerin sefilliğine zıt düşen bir şekilde sık sık şarkılar çalınıyor kulağımıza ve bir çocuğun ağzından, bir telefon melodisi olarak, sokakta kaynağı bilinmeyen bir yerden gelen dış ses olarak ya da bir partideki dansa eşlik ederek bu şarkılar hep bir aşkı anlatıyor. Müziğin ortamla uyuşmayan bir biçimde kullanılmasının iki örneği daha var filmde: Hard rock yapan bir grup karşısında onları gülerek dinleyen ve bu tür müzikle ilk kez karşılaştıklarını utangaç bir şekilde gülmelerinden anladığımız insanlar ve yıkım sırasında balyozları ile adeta bir ritim tutturan işçiler. Tüm bunları özwl bir yabancılaştırma aracı olarak kullanmıyor yönetmen ve sadece göstermekle yetiniyor.

Bir milyondan insanı yerinden ettiği söylenen ve bölgenin tüm bir tarihini yok eden barajın yol açtığı sonuçlar hakkında hiç de iyimser bir resim çizmeyen filmde karakterlerden biri diğerine nostaljiye düşkün olduğunu söylediğinde şu cevabı alıyor: “Kim olduğumuzu unutamayız”. Zhangke Jia da filminde işte bunu söylemeye çalışıyor ama pek de umut vaat etmiyor. Ülkemizin de benzer bir haşin süreçten geçtiğini ve hızla betonlaşan şehirlerde insanları yaşadıkları mekanlarla ilişkilendiren anıların yok edildiğini düşünürsek, bu umutsuzluğa kapılmamak pek de mümkün değil açıkçası. Hızlı bir “kalkınma” çabasının doğal ve insanî olanı yok ettiği bir düzenin resmi bu ve mutlaka görülmeli. Yönetmenin stili ve hikâyesinin temaları ile İtalyan usta Antonioni’ye hayranlığının da izlerini taşıyan önemli bir film bu.

(“Still Life” – “Durgun Yaşam”)

Tian Zhu Ding – Zhangke Jia (2013)

“Günahını anlıyor musun? Günahını anlıyor musun?”

Modern Çin’de geçen dört farklı şiddet hikâyesi.

Çinli usta sinemacı Zhangke Jia’dan günümüz Çin’inde yaşanan dört bağımsız şiddet hikâyesi. Çin’in kendine özgü ekonomik ve sosyal düzeninin kıskacına aldığı karakterlerin uyguladığı “orantısız” şiddetin sert bir resmini çizen film Cannes’dan en iyi senaryo ödülünü almıştı. Jia’ya ait olan senaryo bu dört bağımsız hikâyeyi ufak noktalar dışında (bir hikâyedeki iki karakterin yer aldığı bir posterin bir başka hikâyede kahramanın önünden geçtiği bir duvarda asılı olması gibi) birbirine bağlama gereği duymadan anlatıyor bize ama anlatılanların arka plandaki ortak temalar çok fazla kuşkusuz. Zaman zaman stilize bir anlatım kazanan film hikâyelerin tümündeki karakterleri hemen hiç falso vermeden benzersiz bir biçimde derinleştirebilmesi ile Cannes’dan aldığı senaryo ödülünün de hakkını veriyor kesinlikle.

Zhangke Jia’nın bu filminin Çin’de gösterim izni alabilmesi oldukça şaşırtıcı olmuş ülkedeki sinema çevrelerinde çünkü sosyal konulara (ve çok daha sakin filmlerle) ağırlık vermesi ile bilinen yönetmenin yine bir sosyal konuyu, bu kez üstelik oldukça sert şiddet sahneleri ile anlattığı hikâye Çin’in “imajı” açısından değerlendirildiğinde çok parlak bir resim çizmiyor. Sansür kurulunun gösterimine izin verip medyaya filmle ilgili yazı, yorum vs. yayınlama yasağı koyması ile Çin’e özgü tuhaflıkların nesnesi olan film için öncelikle “şiddet” ve “sertliği” ile ilgili bir şeyler söylemek gerekiyor. İlk hikâyeden sonuncusuna kadar tümünde ana karakterler bir şiddetin ya uygulayıcısı ya da hem uygulayıcısı hem de kurbanı oluyorlar. Her şiddet eyleminin ardında bir gerekçe var ama gerekçe ile şiddet arasında modern dünyadan çok hukukun, adaletin ve toplumsal huzurun olmadığı ilkel bir dünyaya yakışabilecek bir ilişki var. İlk hikâyedeki eylemlerin sahibi olan adam zimmet ve rüşvetle zenginleşen yerel yöneticilere karşı adaletin kuralları içinde bir şey yapılamayacağını düşününce (fark edince de diyebiliriz), onlardan başlamak üzere bir şekilde “kötü” olan tüm karakterleri birer birer temizlemeye başlıyor. İkinci hikâyedeki şiddetin uygulayıcısı ise “amaçsız” görünen ve belki de, karısına söylediği “köyde yaşamak çok sıkıcı, ateş etmek sıkıcı değil” cümlesi ile özetlenebilecek bir yaşam biçimi olarak şiddeti benimseyen bir adam. Üçüncü hikâyenin kadın baş karakteri ise karşı karşıya kaldığı şiddete karşılık vererek, şiddetin ürettiği şiddet türünün bir örneğini veriyor seyirciye. Son hikâyedeki şiddet ise fiziksel olmaktan çok manevi bir şiddet ile örülü bir hayatı olan genç adamın bu kez şiddeti diğerleri gibi başkalarına karşı değil ama belki de çok daha sert bir biçimde kendisine uygulamasını anlatıyor bize. Tüm bu hikâyelerde modern Çin toplumundaki husursuz, mutsuz ve karamsar karakterlerin saptıkları yolları şiddet teması üzerinden anlatıyor jia ve gerçekten de etkilemeyi başarıyor seyredenleri. Ve yine tüm bu hikâyelerin ortak bir öğesi daha var ki Çin’in “sosyalist pazar ekonomisi” adı ile tanımlanan ekonomik sisteminin nihayetinde kapitalizmin pek çok temel unsurunu barındıran bir yapı olduğunu bize çok net anlatıyor; tüm hikâyelerde para önemli bir yer tutuyor olan bitenlerde.

İlk hikâyede köye ait madenin satılması ile kazanılan paradan köyün payını vermemekle suçlanan yöneticilere duyulan öfke ile işlenen cinayetler, ikincisinde yerini adeta ateş etmeyi ve öldürmeyi sıradan ve belki de keyif verici görüp tam bir soğukkanlılıkla para için sıradan insanları öldüren bir adamın faili olduklarına ve üçüncüde zenginliğin verdiği güçle diğerlerini kendi kölesi olarak gören mafyavari insanların öldürülmesine bırakırken, son hikâyede kendi yoksulluğu ile zenginlerin diğerlerini her anlamda sömürmesine tanıklığı arasında kalan gencin uyguladığı başka türden bir “cinayet” çıkıyor karşımıza. Giong Lim’in modern havalı orijinal müziği ile geleneksel müziklerden oluşan soundtrack’in başarısı ve Nelson Yu Lik-Wai’nin gerçekten etkileyici kamera çalışması ile de hayli keyif veren filmde yönetmenin şiddetin gösterim dozu ile ilgili tercihleri sert kaçabilir pek çok seyirci için. Herkesin kendi gücünün yettiğine şiddet uyguladığı bu sahnelerde bol bol kan akıyor ve örneğin üçüncü hikâyede Jia hayli stilize görüntülerle ve kadını adeta bir Uzak Doğu aksiyon filmi figürü gibi göstererek şiddetin altını çiziyor. Bir otobüs yolculuğunda seyredilen film veya bir kahvede sıradan bir şakalaşmanın dönüştüğü kavga gibi öğeler şiddetin günlük hayatın içinde nasıl “doğal” bir biçimde yaşadığını söylüyor seyirciye sık sık. Oldukça “düz” ilerleyerek ama tam da bu nedenle daha da etkileyici olan ilk hikâye, haber verdiği ama yine de şaşırtıcı kılmayı başardığı şiddeti ile ikinci hikâye, temposu bir parça ağır olan ama finali ile görselliğin üst boyuta çıktığı üçüncü hikâye ve şaşırtıcı ve “ani” bir şiddet ile sonlanan hikâyesi ile senaryonun hayli öne çıktığı bir film bu ve Jia her hikâyeyi uygun bir görsel tavır ile anlatarak senaristliğindeki başarıyı yönetmenliğinde de gösteriyor. Buradan bol bol seyrettiği Hong Kong aksiyon filmlerinin havasını ve biçimciliğini günümüz sinemasına taşıyan ama anlattığı dünyanın dertleri ile aslında pek de ilgilenmeyen Tarantino’ya da selam gönderip, Jia’nın şiddeti sömürmeden ve karakterlerin içine atıldığı ve yaşamak zorunda bırakıldığı dünyanın gerçeği olarak gösteren tercihini de ayrıca takdir edelim. İki yönetmenin farkını belki şu şekilde de anlatabiliriz ki derdimizi çok daha iyi ifade etmiş oluruz. Tarantino ergenlik çağındakiler için yazılmış çizgi romanları görselleştirirken, Jia burada yetişkinler için yazılmış ve nerede ise roman hacmindeki hikâyeleri sosyal meseleler üzerine dertleri olan bir sanatçı olarak getiriyor karşımıza. Hayli kötümser ve en az kötümserliği kadar etkileyici bir film, özet olarak.

(“A Touch of Sin” – “Günahkâr Dokunuş”)