The Abyss – James Cameron (1989)

“O şeyleri gördüm. Bir tanesine dokundum. Bizim yaptığımız çelik yığınlarına benzemiyordu. Parlıyordu. Hayatımda gördüğüm en güzel şeydi”

Batan bir nükleer denizaltının bulunması için görevlendirilen sivil dalgıçların hikâyesi.

James Cameron’dan “büyük” bir film; büyüklüğü sinemasal özelliklerinden dolayı değil elbette. Yönetmen senaryosunu da kendisinin yazdığı filmde aksiyondan aşka akla gelecek her durağa uğrarken finalde dünya barışı için mesaj vermeyi de ihmal etmiyor. 1989’da çekilen film o dönemin tüm teknik koşullarını sonuna kadar başarı ile kullanan, aksiyon isteyene aksiyon, duygusallık isteyene de duygusallığı arsız bir şekilde sonuna kadar sunan bir çalışma. Çok uzun süresi özellikle heyecan dozuna süreklik açısından zarar verse de meraklıları için keyifli bir film ama derdiniz yüzeysel keyif değilse uzak durmanızda yarar var.

Cameron’ın senaryosuna ilham kaynağı olan ve 17 yaşındayken yazdığı hikâye muhtemelen çok fazla üslup ve içerik değiştirmiştir bu filme dönüşürken ama şu tartışmasız bir gerçek ki film bir ergenlik çağının tüm naif özelliklerini taşıyor. Cameron ustası olduğu büyük filmlerden bir örnek daha katmış bu eserle filmografisine ve o büyüklük duygusu filmin hemen her unsuruna yansımış açıkçası. Bir ergenin güzel bir fikre sahip olduğuna inandığını ve o fikrini gerçeğe dönüştürmek için gerekli olanakların da kendisine sağlandığını düşünün. Sonra buna bir de gencimizin zanaatkâr (ama kesinlikle sanatkâr değil) ustalığını ekleyin. Karşımızdaki tam da bu işte. Aksiyon heyecanı mı istiyorsunuz? Güçlü bir aşk kalbinizi yaksın mı istiyorsunuz? Fantastik öğeler renk katsın mı istiyorsunuz? Dünyadaki bunca savaş sizi üzüyor mu? Hepsinin karşılığı var burada. 139 dakika uzunluğundaki filmin bu kadar uzun olmasının temel nedeni olarak hevesli ve yetenekli gencimizin aklına gelen hiçbir düşünceye kıyamayıp hepsini hikâyesine katmış olmasını göstermek mümkün. Bir hikâyede aksiyonun ve duygusallığın zirve noktası bir, hadi bilemedin birkaç tane olmalı; bu filmde defalarca o zirveye çıkarılıyorsunuz ve filme kendisini kaptıran bir seyirci karakterler ve onların hissettikleri ile özdeşleşmekten finali sağ çıkaramama riskini de göze almalı!

Cameron çok şey gösterdiği gibi gösterdiği her şeyi de nerede ise filmi gerçek zamanlı kılacak şekilde uzun uzun gösteriyor. Denizin altındaki küçük araçları ile birbiri ile çarpışan iki karakterin bu savaşı bir türlü bitmek bilmiyor veya eşlik ettikleri “Willing” adlı country şarkısını da nerede ise sonuna kadar dinliyoruz örneğin. Karakterlerimiz defalarca ölecek gibi oluyorlar, kurtuluyorlar, başları derde giriyor, rahatlıyorlar, korkuyorlar, trajik olaylara tanık oluyorlar vs. Bütün bunları yaşarken elbette tüm Hollywood filmlerinde olduğu gibi espri becerilerini kullanmaktan da geri kalmıyorlar. Sonuçta karşımızdaki Cameron; bir duyguyu yakalamışsa tüm o gerçekten çarpıcı olan teknik becerisi ve zanaatkârlığı ile sonuna kadar gitmekten ve üstünüze üstünüze gelmekten kaçınmayacaktır kuşkusuz. Bir de filmin finali ve o finaldeki naif mesaj var ki güzellik yarışmalarındaki adayların verdiği klişe barış mesajlarından bir farkı yok derinlik açısından. Sadece bu barış mesajını verebilmek için mi hikâyeye eklenmiş denizin altındaki uygarlığın sahipleri, yoksa bu uygarlığı filme yedirebilmek için mi bu yüzeysel barış mesajlarına sarılmış Cameron bilmiyorum ama sonuç çok naif olmuş maalesef.

Yukarıda belirttiklerim kimileri için filmin başarısızlığının, kimileri içinse tam tersine çekiciliğinin göstergeleri aslında. Sonuçta derdi heyacanlanmak, duygulanmak olanları memnun edecek –hem de defalarca memun edecek- malzeme var bu filmde. Üstelik bu malzemeyi Cameron tam bir ustalık ile kullanmış. Kadının donma sahnesinden ve sonra olanlardan etkilenmemek mümkün değil örneğin. Büyük bir kısmı denizin altında bir kapalı mekanda veya suyun içinde geçen filmin doğal klostrofobik havasını çoğunlukla filmin lehine olacak şekilde kullanmayı da becermiş yönetmen. Başta suyun altındaki uygarlıkla ilgili olanlar ve tüm final olmak üzere görsel efektler ve tüm set tasarımları oldukça etkileyici. Ed Harris ve Tod Graff başta olmak üzere tüm kadro da işlerini görüyorlar. Sekiz yıl sonra çekeceği “Titanic” filmini çağrıştıran yanlarını da başarı ile yerleştirmiş hikâyesine Cameron. Burada da bir son konuşma var, fedakârlık var, hikâye “büyük”, bol bol trajedi var, kötülerin karşısında naif iyiler var vs. Her iki filmin hikâyesi de suda geçiyor bir de!

(“Derinlik Sarhoşluğu” – “Işığın Bittiği Yer”)

(Visited 109 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir