The Grand Budapest Hotel – Wes Anderson (2014)

The_Grand_Budapest_Hotel“Bütün arkadaşlarımla yatarım ben”

İki Dünya Savaşı’nın arasında geçen ve bir otel “konsiyerj”i ile bir lobi görevlisinin miras kavgası ve cinayetle örülü hikâyeleri.

Kendine özgü sinemacı Wes Anderson’un o kendine özgülüğü en üst düzeyine taşıdığı ve şimdilik son yönetmenlik çalışması olan filmi. ABD – Almanya – İngiltere ortak yapımı çekilen filmin senaryosunu Wes Anderson, Hugo Guinness ile birlikte yazdığı hikâyeden kendisi oluşturmuş ve kapanış jeneriğinde de belirtildiği üzere yazar Stefan Zweig’ın eserlerinden ve yazarın kendisinden ilham almış bu çalışmasında. Ünlüler geçidi olarak niteleyebileceğimiz bir kadrosu olan film komediyi ve macerayı ustaca harmanlaması, Anderson’ın müthiş kelimesi ile ifade edilebilecek yönetmenlik becerisi, oyuncularının keyif veren performansları, görüntü ve müziğinin ulaştığı üst düzey ve sadece görkemi ile değil, işlevselliği ve hikâyeyi akıllıca desteklemesi ile de başarılı olan mekan, kostüm ve makyaj çalışması ile kesinlikle görülmesi gerekli bir film.

“Avrupa’nın en doğusundaki (hayalî) Zubrowska Cumhuriyeti”nde geçen hikâye üç farklı dönemde yaşanıyor. 1985 yılında başlayan hikâyede bir yazar, 1968 yılında artık parlak günlerini geride bırakmış görünen bir otele yaptığı seyahatte dinlediği bir hikâyeyi anlatmaya başlıyor ve filmin büyük kısmının yaşandığı 1938 yılında yaşanan olaylara tanık oluyoruz. Filme adını veren otelin en görkemli yıllarında geçiyor hikâye ve Wes Anderson’un gişe geliri en parlak filmi olmasının da gösterdiği gibi, kitlelerin de hoşuna gidecek bir olay örgüsünü dinamik, sevimli ve kesinlikle eğlendirici bir biçim ve içerik ile getiriyor karşımıza. Yönetmenin önceki filmlerindeki üslubunu tekrarladığı ama bu kez geniş kitleleri peşinden rahatça sürükleyebileceği bir sonuç elde ettiği filmin başarısı pek çok farklı öğede gizli. İrili ufaklı rollerdeki onca parlak oyuncu ve onların Anderson’un her zamanki tuhaf karakterlerinin biraz yumuşatılmış, dolayısı ile sıradan sinema seyircisi için daha rahat kabul edilebilir halleri olan rollerini keyifle oynamaları bu öğelerden biri şüphesiz. Dokuz dalda aday olduğu ve bunların dördünü ödüle dönüştürdüğü Oscar’daki adaylıklarının hiçbiri oyunculuk dalında olmasa da, başta Ralph Fiennes olmak üzere tüm oyuncular kelimenin tam anlamı ile eğleniyor ve eğlendiriyorlar. Hikâyenin en absürt anları da dahil olmak üzere, en sıradan (ve “normal” olandan uzaklaşmaya tahammülü olmayan) seyirciyi bile filmin avucunun içinde tutabilmesinde onların payı çok büyük kesinlikle.

Senaryonun komediden drama ve maceraya uzanan içeriğinin etkileyiciliği filmin başarısındaki bir başka önemli etken. Pek çok kişinin işaret ettiği gibi Agatha Christie esintileri de var filmin, ironisi ve uçarılığı ile öne çıkan komedisi de ve bu komedi fizikselden durum komedisine kadar pek çok farklı türde geziniyor üstelik. Anderson’un senaryosu birden fazla temayı (kendini temize çıkarma, yazarlık, savaş, miras kavgası, cezaevinde yaşam ve oradan kaçma vs.) ustalıkla bir hikâyenin birbiri ile çatışmayı bir yana bırakın, aksine birbirini besleyen parçaları yapmayı başarmış ve bu da hikâyeyi zenginleştiriyor kuşkusuz. Eğlenceli ve içi dolu diyaloglarını, bu diyaloglara veya sessiz anlara eşlik eden tempolu bir kamera kullanımını ve absürt ile normal olanı peş peşe ve hiç de yadırgatıcı olmayan bir şekilde sergileme başarısı gösteren kurgusunu da atlamamak gerekiyor filmin. Oscar kazanan müziği ise bir film müziğinin nasıl olması gerektiği üzerine bir ders adeta: Hikâyenin her bir anını kendisini öne çıkarmadan (ama açıkçası biraz fazlaca kullanılarak) ve adeta filmin karakterlerinden biri gibi hareket ederek besliyor Alexandre Desplat’ın çalışması.

Görsel olarak da bir şölen bu film. Robert D. Yeoman’ın kamerası özellikle çok büyük ve boş mekanlarda karakterlerini ufak objeler olarak gösterdiği anlarda adeta bir geometrik formülle belirliyor görüntünün içeriğini ve filme çekici bir katkıda bulunuyor. Yönetmen Anderson hikâyenin üç farklı zamanını anlatırken üç farklı görüntü boyutunu tercih etmiş: Boy ve en uzunlukları değişiyor görüntünün hikâyenin farklı yıllarında ve bir başka filmde belki de ucuz duracak bu oyun burada filmin eğlencesine katkıda bulunuyor. Ve set tasarımları: Burada hem tasarımın mükemmelliğinden söz etmek gerekiyor hem de Anderson’un adeta bir oyuncak dekor havası verilmiş setleri ustaca kullanımından. Karakterlerini zaman zaman bu oyuncak dekor içinde oyuncaklar gibi hareket ettiriyor Anderson ve bu anlamda filmin görsel uyumunu bir kez daha çok iyi kuruyor. Filmin görsel alandaki başarısı ayrıntılarda da gösteriyor kendisini. Örneğin bir tablonun duvardan sökülmesinin ardından duvarda sallanan çivi halkası ince ama çok önemli bir görsel ayrıntı olarak dikkat çekiyor.

Sessiz film döneminden de esinlenmiş görünen ve bu bağlamda konuşmalı bir sessiz film olarak nitelendirilebilecek olan çalışma pek çok unutulmaz sahne içeriyor. Hapisten kaçma sahnesinin tamamı örneğin, kesinlikle bir klasik olmaya aday. Benzer şekilde, kar üzerindeki kovalamaca ve sonrası, oteldeki çatışma sahnesi vs. kusursuzlukları ile dikkat çekiyorlar. Orijinalliği ile sinemaya taze bir nefes getiren nadir filmlerden biri bu ve tüm o hafif görünen havası içinde adeta kısa bir Avrupa tarihi de veriyor bize ve barbarlıkları göstermekten de çekinmiyor. Fiennes’in Gustave karakterinin ve lobi görevlisi Zero ile arkadaşlığının sinema tarihindeki yerini alacağı kesin olan film, zaman zaman bir parça fazla “dolu” görünse de, kesinlikle görülmesi gerekli bir çalışma.

(“Büyük Budapeşte Oteli”)

(Visited 105 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir