The Homesman – Tommy Lee Jones (2014)

The_Homesman“Bayan Cuddy, teklifiniz, yemek, konser ve diğer her şey için minnettarım ama sizinle evlenemem. Kesinlikle evlenmeyeceğim. Ben mükemmel değilim, ama siz çok buyurgansınız ve pek güzel de değilsiniz”

Bağımsız ruhlu bir kadın ve hayatını kurtarmak karşılığında kendisine yardım etmesini istediği bir adamın, kasabadaki aklını yitiren üç kadını ülkenin bir diğer ucuna götürmelerinin hikâyesi.

Usta oyuncu Tommy Lee Jones’un sinemadaki ikinci ve şimdilik son yönetmenlik çalışması (iki de televizyon filmi yönetmenliği var sanatçının) olan film bir ABD – Fransa ortak yapımı. Eserleri daha önce de sinemaya aktarılan Glendon Swarthout’un aynı adlı romanından uyarlanan filmin senaryosunda Tommy Lee Jones’un yanısıra, Kieran Fitzgerald ve Wesley A. Oliver’ın imzası var. ABD’ye ilk yerleşimcilerin geldiği dönemlerde geçen bir hikâyesi olan filmi yönetmeni “western” olarak tanımlamamızı istemezken, başrol oyuncusu Hillary Swank filmi “feminist bir western” olarak tanımlamış. Sağlam oyuncuları, başarılı görüntüleri ve baş kadın karakteri üzerinden (ama sadece onun değil, diğer kadın karakterler üzerinden de) anlatılan iç burucu hikâyesi ile dikkate alınması gereken bir film bu. Yönetmenin yalın (hem sinema dili, hem sahnelerin görselliği açısından) anlatımı ile de önemli olan çalışmanın Marco Beltrami imzalı müziği de ayrıca övgüyü hak ediyor.

Klasik Hollywood western’inden farklı bir film var karşımızda. Evet, yerliler tek bir sahnede de olsa görünüyor, silahlar arada ateşleniyor ve ülkeye gelen beyaz yerleşimcilerin (istilacıların, bir başka ifade ile) yavaş yavaş yayılma hareketlerinin neden olduklarını hissediyorsunuz… ama filmi farklı kılan baş karakteri üzerinden tam da o yerleşimcilerin/öncülerin yeni bir düzeni/ülkeyi kurma çabaları sırasında kadının rolü üzerine ve oldukça da buruk kadın karakterler üzerinden bir hikâye anlatmayı seçmesi. Hillary Swank’in hem fizik olarak hem de oyunculuğu ile çok iyi oturduğu baş karakter güçlü, sağduyulu ve becerikli kişiliği ile tipik western kahramanı erkeklerden biri gibi görünüyor ama hikâye onun bu kişiliğine ilavelerde de bulunuyor. Hikâye boyunca iki kez tekrarlanan kendisine eş bulma çabası boşa çıksa da, bir birey olarak kendi varlığını aslında kanıtlamış bir kişi o. Ne var ki her ikisi de kendisini “fazla buyurgan ve çirkin (daha doğrusu sıradan)” bulan iki erkekle evlenme girişimi onun içinde bulunduğu dönemin ve koşulların dikte ettiği bir kuruma ait olma çabasının gereği olarak ortaya çıkıyor yine de. Burada doğrudan bir feminizim değinmesi olduğu söylenemez belki ama yönetmen Tommy Lee Jones zaten hikâyesini doğrudan veya sert mesajlarla kurulu olarak örmemiş, doğru bir tercihin de sonucu olarak. Kadının para çekmek için bankaya girdiği ve çıktığı sahnede kendisini uzaktan ve sürekli olarak izleyen iki adamın olduğu sahnenin gösterdiği gibi, Jones zaman zaman belli bir mesafeden bakıyor anlattığına ve seyirciye bırakıyor ayrıntıları yakalama ve yorumlamayı.

Toplumun bugün de ne kadar değiştiği hayli tartışmalı olan bir beklentisinin yönlendirdiği bir hikâye bu: Kadının iyi bir anne ve eş olması beklentisi sözünü ettiğim. Swank’in karakteri de bu beklentinin karşılığını vermeye çalışıyor ve sonu da hayli trajik olan bir çabanın içine sokuyor kendisini. O ve aklını yitiren diğer üç kadın, o dönemin genellikle hep erkekleri anlatan ve kadınların ikinci planda olduğu hikâyelerdekinin tersine burada öne çıkıyorlar. Ve özellikle üç çocuğunu da salgın hastalıkla yitirdiği için çıldıran kadın karakteri üzerinden karşılanamayan “annelik” yükünün nasıl ağır olabileceğini göstererek, yeni hayatların kurulmaya çalışıldığı o dönemlerde kadının nasıl ek bir yükün/zorluğun altında olduğu gösteriliyor seyirciye. Hikâyede kadının konumu ve algılanış şekli ile ilgili hayli dokunaklı bir sahne de var. Çıldıran kadınlardan birinin kendisi gibi henüz çok genç olan kocası, kadın götürülürken onu “beni sevmiyorsun” diye suçlayarak toplumun bakışını özetliyor adeta: Kadın kocasının yanında, onun isteklerini karşılamaya hazır ve onu “tamamlayıcı” bir fonksiyon üstlenmeli ve işte burada olduğu gibi “çıldırmak” gibi bir eylem bile “erkeği” düşünülmeden yapılmış bencilce bir eylem olarak görülebiliyor.

Hikâye dönemin havasını yansıtan kimi sahneleri ile de (örneğin Tommy Lee Jones’un oynadığı karakterin boş gördüğü bir evi “işgal ederek” yerleşmesi ve kasabalıların yavaş yavaş oluşan mülkiyetleri/malları koruma içgüdü ile adamı cezalandırmaları veya erkeklerin evlenecek bir kadın bulmak için yolculuğa çıkmaları) ilgi toplarken, yönetmenin yalın dili de filme epey katkıda bulunuyor. Henüz uçsuz bucaksız boş alanların olduğu bir ülke burası ve Jones sahneleme anlayışında, bireyleri genellikle yalnız veya iki kişilik gruplar halinde göstererek ve ıssızlığı vurgulayarak henüz bu toprakların keşfedilmeyi (yani işgal edilmeyi) beklediğini söylüyor bize. Burada Jones’un filme asıl katkısının yalın sinema dili ile görüntünün çerçevesinin içine asgarî sayıda “şey”i alarak ve sadece ne gerekli ise onu göstererek ilerlemesi olduğunu söyleyelim. Öyle ki kimi sahneleri sanki minimum dekorlu bir tiyatro oyunu gibi oluşturmuş yönetmen ve filme değişik bir görsel tat katmış. Rodrigo Prieto’nun görüntülerinden de ciddi destek almış yönetmen ama burada bir ufak olumsuzluğun altını çizmek gerekiyor. Özellikle uçsuz bucaksız topraklar, geniş gökyüzü ve bir obje üçlüsünden oluşan görüntüler fazlası ile “kurallar”a uygun oluşturulmuş duruyor. Bir fotoğrafçılık kursunda öğretilen türden “fazla mükemmel” görünüyor bu kareler ve bir parça akademik duruyor bu nedenle de. Bu problem bir yana bırakılırsa, rüzgârlı sahneler, geniş plan çekimler veya ince bir karın yağdığı sahnelerin görselliği filmi bu açıdan sürekli olarak hayli yüksek bir düzeyde tutuyor.

Marco Beltrami’nin bir yandan sanki hiç yokmuş gibi duran (kendisini çok az öne çıkaran), öte yandan hafif western tınıları içeren dramatikliği ile sahneleri tamamlayan müziğinden de destek alıyor film sürekli olarak. Swank’in güçlü oyununa Tommy Lee Jones’un ekonomik ama etkileyici bir oyunla eşlik ettiği filmde Maryl Streep küçük bir rolde görünürken, sanatçının kızı Grace Summer da çıldıran kadınlardan biri olarak geliyor karşımıza. Asıl acı çekenlerin hep kadınlar olduğu bu hikâye, “bacağını açabiliyor ya” diyerek kendisine sadece “kullanılacak bir mal” arayan erkekleri sergilerken, güzel ve vahşi bir ortamda kadınların dramını anlatıyor bize ve ilgiyi hak ediyor kesinlikle. Yeni topraklara uyum sağlayamayanları (özellikle kadınları ki tanımadıkları erkeklerle evlendirilerek götürülmüşler bu topraklara çoğunlukla) evlerine geri götüren kişilere (hikayemizdekinin aksine, erkek bu kişiler elbette) verilen adı taşıyan film sadeliği ve kırılgan karaktleri ile ayrıca önemli olan bir çalışma, özetle.

(“Yolcu”)

(Visited 213 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir