The Post – Steven Spielberg (2017)

“Halka ve kongreye yalan söylediler. Kazanamayacağımızı bile bile çocukları ölüme gönderdiler”

Dört ayrı ABD başkanının Vietnam Savaşı ile ilgili olarak gerçekleri gizlediğini ve halka yalan söylediğini gösteren kanıtları ele geçiren Washington Post’un bu belgeleri yayınlamak konusunda yaşadığı iç çatışmaların ve hükümete karşı verdiği mücadelenin hikâyesi.

Liz Hannah ve Josh Singer’ın yazdığı, Steven Spielberg’in yönettiği bir ABD ve Birleşik Krallık ortak yapımı. Başrollerde iki ağır topun, Tom Hanks ve Meryl Streep’in yer aldığı film Spielberg’e özgü bir ustalıkla anlatılan, en basit ifade ile basın özgürlüğü olarak tanımlanabilecek konusu ile dikkat çeken ve konusu üzerine de seyirci için düşünme olanağı sağlayan bir yapım olarak elbette izlenmeyi hak eden ama bir Hollywood ürünü olarak ABD’nin kendini aklamaya odaklı eleştirisinden de bolca nasiplenen bir çalışma. “Evet, kusurları olan bir sistemimiz var ama bu kusurların temel kaynağı yozlaşmış bireyler” hikâyesi anlatan ve bunun sonucu olarak da Amerikan demokrasisinin övgüsüne dönüşen bir film bu ve dinamik yapısı, temposu ve oyunculukları ile dikkati çeken bir sinema yapıtı.

1966’da Vietnam’da başlayan film kısa süren bu bölümden sonra 1971 yılına atlıyor ve New York Times’ın, yayınladığı Vietnam belgelerinin ortalığı karıştırdığı ve hükümetle karşı karşıya kaldığı dönemde rakip Washington Post’un da aynı belgeleri ele geçirme ve yayınlama mücadelesinin sonuçlarını aktarıyor bize. Meryl Streep’in Post’un sahibini, Tom Hanks’in ise gazetenin yürütücü editörünü oynadığı film basın özgürlüğünden halkın haber alma hakkına, vatanseverlik ile özgürlüklerin çatışmasından kadınların iş dünyasındaki varlıklarına ve haklarına uzanan konuları ile ilgi çekici bir hikâyeye sahip olmanın avantajını başından sonuna kadar kullanıyor. Spielberg’in ticarî zekâsı filmi tam da Trump’ın Amerikan basının başta New York Times olmak üzere kendisini desteklemeyen tümünü yalan habercilikle suçlamasını her gün twitter üzerinden tekrarladığı bir dönemde gösterime sokması ile de kendisini gösteriyor. Burada, elbette olumlu düşünüp bu tür bir hikâyeye tam da böyle bir dönemde ihtiyaç duyulduğunu ve dolayısı ile Spielberg’in çok doğru bir iş yaptığını söylemek de mümkün ama “ürünü pazarlamak için doğru zaman”ı kaçırmama telaşını inkâr etmek de anlamsız olur. Sonuçta Hollywood bu ve Amerikan sisteminin en sembolik kurumlarından biri olarak ürününü satmanın birinci amacı olması gayet doğal.

Belki de filmin en önemli özelliği gazeteciliğin heyecanını seyirciye yansıtabilmesi. Diğer bütün öğelerden bağımsız olarak, hikâyenin sadece bu yanı bile filmi görülmeye değer kılıyor. Haber peşinde koşma, toplanan bilgileri analiz etme ve doğrulama, zamana karşı yarış, gerçekleri halka söyleme ve tüm bunları yapabilme özgürlüğünü savunma mücadelesi hikâyenin her anına siniyor ve Spielberg de -sinema için yeni ve özel bir dil kullanmasa da- bu hikâyeyi tempoyu düşürmeden, zaman zaman “konuşmalı bir aksiyon” havasında anlatmayı iyi beceriyor. Gazetecilerin haber yakaladığında yüzlerinde beliren heyecan, gazete binasının içindeki atmosfer veya matbaada basılmakta olan nüshaların görüntüsüne tanıklık etmek gibi unsurları bu mesleğin olması gereken ve bugün ne kadar var olduğu hayli tartışmalı doğasını hatırlatıyor bize. Bir başka ifade ile söylersek, hikâyenin tümü gazetecilik ve basın özgürlüğü için bir güzelleme.

Gazeteler ile iktidar arasındaki ilişki hikâyenin bir diğer önemli teması. Ne kadar iyi niyetli olunursa olsun, bu ilişkinin profesyonel bir çerçeve içinde kalmadığı sürece tek sonucunun yandaşlık ve basın özgürlüğünün zarar görmesi olacağını -bir parça yumuşak olarak- anlatıyor film bize. En azından bu hikâyedeki gazetecilerin kendilerinin bu tür ilişkilerini sorgulamalarını ve sonuçları ile yüzleşmelerini göstermesinin önemini kabul etmek gerek. Babasının kocasına devretttiği, onun ölümü ile de kendisine kalan gazete sahipliği sırasında bir kadın olarak yaşadığı ve kendisine yaşatılan zorluklarla baş etmeye çalışan karakteri üzerinden film bir kadın mücadelesi hikâyesi de aynı zamanda. Streep’in bir kez daha Oscar adaylığı kazanan güçlü oyunculuğu ile canlandırdığı bu karakteri hikâyenin önemli kozlarından biri yaparak düzeyini yükseltiyor film.

1970’lerin atmsoferini başarı ile yansıtan setleri ve kostümleri ile dikkat çeken film, Amerikan hükümetlerinin Vietnam savaşını -kaybettiklerini bildikleri halde- sürdürmelerinin nedenini -sızan bir belgedeki yoruma dayanarak- “%10 Güney Vietnam’a yardım, %20 komünistlere engel olmak ve %70 savaşın kaybedildiğini kabul eden kişi olma utancını yaşamamak” olarak açıklaması ile de önemli. Ne var ki burada hikâyenin hiç üzerinde durmadığı, bu savaşın neden başlatıldığı; böyle olunca da halka söylenen temel yalan ve asıl suç kaybedileceği kesin olan bir savaşın sürdürülmesi oluyor, o savaşın başlatılması değil! Filmin gazetenin sahibi olan kadının yakın dostu ve Vietnam savaşının en büyük suçlularından biri olan Robert McNamara’ya yönelik eleştirisi de kadının ona yönelttiği sitem kadar yumuşak olmuş; olması gereken bir savaş suçlusunu tüm çıplaklığı ile deşifre etmekti oysa. Halka açılan Washington Post’un kurumsal yatırımcılarının gazetenin hükümetle çatışmasından hoşlanmamasının kapitalizmde sermayenin iktidar üzerindeki güçlü etkisini ortaya koymak ve eleştirmek çin değil de, temel olarak gazete yönetiminin karşılaştığı zorluklardan bir diğeri olarak kullanılması da aynı yaklaşımın sonucu ve hikâyenin özgürlük savunuculuğunun ne kadar samimi olduğunun (ya da olmadığının) da bir göstergesi kuşkusuz.

Steven Spielberg’in zanaatkârlığını ortaya koyduğu ama hedeflediği gücü de yakalayamamış göründüğü film yine de aksamayan temposu ile kendisini ilgi ile seyrettiriyor ve Watergate’e bağlanarak tarihsel konumu da belirlenen hikâyeyi çekici kılıyor. Meryl Streep ile Tom Hanks’i ilk kez birlikte gösterdiği sahnede tek planlık çekimle iki usta oyuncuya “Oscarlık” performans için özel bir sahne yaratmasının da gösterdiği gibi Hollywood’un ve ticarî sinemanın kurallarını çok iyi bilen ve uygulayan bir sinemacı Spielberg ve sondaki “zaferlerini kutlamak için birbirlerine sarılanlar” sahnesinin de bir göstergesi olduğu gibi naif felsefesini de hep koruyor. Kusurlarına ve yüzeysel kimi yanlarına rağmen, basın özgürlüğünün ve düzeyinin hızla azaldığı günümüzde, tüm Amerikanvari ve naif yaklaşımlarına ve fazlası ile yumuşatılmış/hafifleştirilmiş içeriğine rağmen yine de önemli bir çalışma bu, özetle söylemek gerekirse.

(Visited 43 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir