The Yards – James Gray (2000)

“İstediğin gibi bir evlat olamadım, biliyorum anne. İyi bir insan olmak için elimden geleni yapacağıma söz vermiştim. Daha önce olanlarda hatalı olduğumu kabul ediyorum, ama söyledikleri şeyi ben yapmadım. Asla kendimi temize çıkaramayacağımı biliyorum. Sadece bilmeni istiyorum anne; ben yapmadım!”

Hapisten yeni çıkan genç bir adamın içine düştüğü yolsuzluk ve cinayet ortamında yaşadıklarının hikâyesi.

Seyrek aralıklarla film çeken ve kalitesini de belli bir çizginin altına düşürmeyen ABD’li yönetmen James Gray’in 2000 tarihli ikinci filmi. Senaryolarını çoğunlukla tek başına yazan Gray bu filmde Matt Reeves ile işbirliği yapmış hikâyeyi oluştururken. Hapisten çıkıp temiz bir hayata geçmek isteyen bir gencin hikâyesi olarak başlayan ve benzerlerinden çok da ayrılmayan film senaryosunun akıllıca kurgulanmış olması, güçlü oyuncu kadrosunun -özellikle Joaquin Phoenix’in- performansları ve Gray’in hikâyesini baştan sona ilgi ile izleten yönetim anlayışı ile dikkat çekiyor. Finalinin bağlanma şekli bir ABD filmi ile karşı karşıya olduğumuzu bize hatırlatsa da ve hikâyenin akışı zaman zaman şematik bir hal alsa da ilgiyi kesinlikle hak eden bir çalışma.

1980’li yılların ortasında yaşanan gerçek bir yolsuzluk olayından esinlenen hikâye öncelikle güçlü oyuncu kadrosu ile dikkat çekiyor. Mark Wahlberg, Joaquin Phoenix, Charlize Theron, James Caan, Ellen Burstyn ve Faye Dunaway’den oluşan bir kadro her yönetmenin rüyasına girecek bir ekip olsa gerek. Oyuncuların tümü de üst düzey oyunculuklar ile filme ciddi katkıda bulunuyorlar ve özellikle Phoenix, Wahlberg ve Caan bir parça öne çıkıyorlar sanki. İşte bu güçlü kadro Gray ve Reeves ikilisine ait olan ve –kimi inandırıcılık problemlerine rağmen- akıllı kurgusu ile dikkat çeken senaryonun seyirciye de parlak bir şekilde yansımasını sağlıyorlar. Hikâye, evet pek yeni bir şeyler söylemiyor ve hapisten çıkan ve geçmişinde yasadışı işlere bulaşmış olan bir adamın –burada araç hırsızlığı söz konusu- yeni hayatını nasıl kuracağı üzerinden ilerliyor temel olarak. Belki benzerlerinin aksine temiz kalmaya çalışırken kendini fenalıkların içinde bulan bir kahramanı anlatmıyor veya zaten uslanmamış bir “kötü” karakteri tekrarlamıyor ama finalde gereksiz bir Hollywood şablonuna saplanmış olması dışında bir şekilde kendisini farklı göstermeyi başarıyor. Bunda sanırım en büyük etken hikâyenin kurgusu: Aksiyon ile etkileme kolaycılığına kapılmayan ama onun sağlayacağı heyecanı da dozunda kullanım ile ihmal etmeyen, tıkır tıkır işleyen ama seyircinin de üzerine gelmeyen ve her bir sahnesi seyirciyi bir sonraki sahneye hazırlayan ama küçük sürprizleri de ihmal etmeyen bir kurgu bu ve filmin de en büyük artısı kesin olarak.

Gray’in bugüne değin yönettiği beş filmin dördünde rol verdiği ve fetiş oyuncusu olarak nitelendirebileceğimiz Phoenix’in Mark Wahlberg ile birlikte sürüklediği film ihaleler aracılığı ile yapılan yolsuzlukları ve en küçük bireyinden tepedeki yöneticilerine kadar herkesi sarmış görünen bir yozlaşmayı ilgi çekmeyi başararak sergiliyor perdede. Üstelik bunu yaparken sistemde sıkıntı olmadığını ve sorunun bireylerde olduğunu vurgulayan Hollywood filmlerinin aksine bozukluğun sistemde olduğunu söylemekten çekinmiyor. Bunu belki sert bir şekilde yapmıyor ama gerek bu yozlaşmada kaybedenlerin yine hep “küçük insanlar” olacağını ve büyüklerin her zaman ayakta kalacağını vurgulaması, gerekse Faye Dunaway’in canlandırdığı teyze karakterinde olduğu gibi pek çok insanın da ahlâksızlığın doğrudan içinde olmasa bile en azından görmemezliğe gelerek getirisinden yararlandığını söylemesi ile eleştirisinin hakkını veriyor kesinlikle. Gray bu doğru duruşunu kimi sahnelerdeki parlak mizanseni ile de desteklemeyi becermiş ve kendi adına yükünü başarı ile sırtlamış. Wahlberg’in canlandırdığı genç adamın içine zorla ve çaresizce itildiği suikast sahnesi oyuncunun parlak performansı kadar Gray’in kamera açıları ve tempolu anlatımı ile heyecanla izleniyor. Wahlberg ile Phoenix arasındaki kavga sahnesi de yine hem oyuncuların performansı hem de Gray’in seyirciye gerçeklik duygusunu birebir geçiren yönetimi ile çarpıcı kesinlikle. Bir de bir “pazarlık sahnesi” var ki sistemin çürümüşlüğünü çok sıradan bir ana tanık olduğumuzu hissetirecek bir sakinlikte anlatması ile Gray’in hanesine bir artı puan daha ekletiyor kesinlikle.
Howard Shore’un başarılı müzik çalışması ve Harris Savides’in özellikle iç mekanlardaki eskinin atmosferini hatırlatan görüntüleri ile de dikkat çeken film sinema tarihindeki öncüllerinden esinlenmiş ve bu farklı esin kaynaklarını akıllıca bir araya getirmiş bir çalışma. Sidney Lumet’İn 1970’li yıllarda çektiği ve toplumdaki yozlaşmalara odaklandığı filmlerinden Coppola’nın “Godfather – Baba” serisine –hikâyenin önemli karakterlerini bir aile kurgusu içinde akıllıca bir araya getirmesi ve mafyavari yapılanmaları ile- uzanan bir esinlenme bu ve belki çekildiği 2000 yılı ve bugün için bir parça eski görünebilecek klasik sinema dili ile bu esinlenmelerden iyi bir sonuç çıkmış ortaya. Belki filmin iki baş oyuncusunun, Wahlberg ile Phoenix’in birbirine taban tabana zıt performanslarını aynı anda seyretmenin keyfini de eklemeli son olarak. İlki nerede ise fısıldayan bir ses tonu ile konuştuğu karakterinin çıkmazlarda kalmışlığını, ikincisi ise daha gösterişli bir şekilde karakterinin hırsı ile saptığı yolda yaşadıklarını çarpıcı bir biçimde sergiliyorlar. Evet finali fazla Amerikan ve filmin eleştiri gücünü de zayıflatıyor ve zaman zaman yine Hollywood’a özgü klişelere uğramamazlık edemiyor ama filmden alınacak keyfi eksiltmemeli bu problemler.

(“Çeteler Savaşı”)

(Visited 126 times, 4 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir