Trance – Danny Boyle (2013)

“Seçim senin. Hatırlamak mı istiyorsun, unutmak mı?”

Bir tablonun çalınmasına karışan bir müzayedecinin tablonun yerini bulmak için hipnoz seanslarına başlaması ile gelişen olayların hikâyesi.

“Slumdog Millionaire – Milyoner” filmi ile Oscar kazanan, 2012 Londra Olimpiyatları’nın açılış ve kapanış törenlerinin yönetmeni Danny Boyle’dan gizem ve bir parça da mistizm de barındıran bir suç filmi. Bir bilmece havasındaki filmin senaryosunu Joe Ahearne’in orijinal hikâyesinden Ahearne ve John Hodge birlikte yazmışlar. Bu bilmece havası filmin hem güçlü hem de zaman zaman ortada bir bilmece olduğunu yeterince etkileyici biçimde hissettiremediği için zayıf yanını oluşturuyor. İngiltere, ABD ve Fransa ortak yapımı olarak çekilen filmde James McAvoy, Rosario Dawson ve Vincent Cassel başrollerde yer alıyorlar. Zekâya hitap eden (dolayısı ile seyirciyi de zorlayan) bir film olmakla ticari sinemanın gerekleri (seyirciyi fazla zorlamamak) arasında sıkışmış görünen film müzik bandındaki sıkı şarkılardan aldığı destek, sağlam tekniği ve ilginç konusu ile yine de ilgiyi hak eden bir çalışma. Bilinçaltı, hipnoz, bilmece, gizem vs. derken arada “gerçekçilikten” uzaklaşmak gibi bir kusuru da olan hikâyenin seyri çekici olabilir çoğu sinemasever için.

Danny Boyle’un filmini hem tekniği hem de hikâyesi açısından aynı ifadelerle beğenmek/eleştirmek mümkün. Farklı kamera açıları, arada siyah ve beyaz görüntüler ve etkileyici müzik kullanımı gibi unsurlarla seyirciyi teknik açıdan filme bağlamayı biliyor Boyle ve tempolu ve yağ gibi kayan bir anlatımla karşımıza getirdiği açılıştaki soygun sahnesi gibi anlarla da seyircinin ilgisini hep üzerinde tutmayı başarıyor. Hipnoz seanslarındaki görsellik de benzer şekilde ve dozunda tutulmuş rüya havaları ile çekici kesinlikle. Ne var ki film bu teknik öğelerin arasında zaman zaman bir kaosa da düşmüyor değil. Boyle’un ustalığı bu kaosun kafa karıştırıcı ve gereğinden fazla göz boyayıcı olmasını engelliyor neyse ki. Aynı şekilde, filmin hikâyesi de bilmece havası ile hem etkiliyor hem de bir parça inandırıcılığını sorgulatıyor. Gerçeğin ne olduğu hikâye boyunca genellikle akıllıca değişirken, seyirci ortada bir bilmece olduğunu gerçekler değişmeye başlayınca fark ediyor ve bu da bir yandan sürprizlerin gücünü artırırken öte yandan seyirciyi bir karakterin filmde söylediği gibi “ideal bir dünyada…… vaktimi boşa harcamazdım” cümlesini söylemeye teşvik ediyor yarattığı gereksiz kaos ve karmaşa ile.

Odağında Goya’nın “Havadaki Cadılar” tablosunun olduğu film aralarında Rembrandt’ın “Taberiye Gölü’nde Fırtına” ve yine Goya’nın “Çıplak Maya” adlı tablolarının da bulunduğu başka klasik resimleri de hikâyesinin parçasını yaparak ilgi topluyor. Özellikle “Çıplak Maya” tablosu filmde hayli önemli bir sahnenin de anahtarı konumunda ve hikâyenin bu klasik sanat eserlerini seyircinin ilgisini çekecek şekilde gündemine almasını takdir etmek gerekiyor. Keşke hikâye bu başarısını trans halinin sinemasal karşılığı olmayı hedeflediğinde de gösterseymiş diye de eklemek gerekiyor burada. Filmde o kadar çok trans (hipnozun sonucu olarak) sahnesi var ki bir süre sonra monotonluğa düşülüyor ister istemez. Özellikle “kötü adamlara” hipnoz yapılan bir sahne var ki Boyle bizden gülmemizi mi bekliyor (James McAvoy’un canlandırdığı karakterin yaptığı gibi), yoksa ciddiye alınmayı mı bekliyor, anlamak güç. Finale doğru taşlar yerine oturunca anlıyorsunuz ne olup bittiğini ama o zamana kadar hipnoz seanslarını yapan kadının gücünün zekâsından mı, bilimsel bilgisinden mi geldiğini, yoksa bir takım mistik güçlere mi sahip olduğunu anlamakta zorlanıyorsunuz ki bu da filmin lehine olan bir durum değil kuşkusuz.

Filmin erotizm ve tutku konularında da sıkıntısı var. Kadın terapist (Rosario Dawson) ile Vincent Cassel’in oynadığı “kötü adam” arasındaki aşk, tutku ve şehvet gerçekçiliğin o kadar uzağında ki hikâyeye zorlama bir erotizmin çekiciliğini katmaktan başka amacı yokmuş gibi görüyor bu unsurun. Neyse ki gerek bu sahneleri gerekse filmin pek çok anını parlatan oyuncuları durumu kurtarıyor. Özellikle McAvoy ve Dawson performansları ile filmin kaosa dönmeye yüz tuttuğu ve gerçeklikten kopmaya başladığı anları varlıkları ile canlı ve çekici tutmayı başarıyorlar. Vincent Cassel senaryodaki en zayıf diyalogların sahibi olarak belki de daha zor bir işin altından kalkıyor ve en azından aksamayan bir oyunculuk sunuyor. Danny Boyle’un kendisinin ise usta bir görsellik yönetmeni olmasından kaynaklanan ve hiper-aktifliğin (hem fiziksel hem düşünsel olarak) usta bir sunucusu olmasının sonucu olarak filme çekicilik kattığı kimi tercihleri var. Örneğin James McAvoy’un kameraya (seyirciye) konuştuğu kareler gereksiz bir sanatsal özentinin sonucu gibi görünmeyip, aksine seyirciyi doğrudan filmin içine alma aracı olan bir oyun olarak gösteriyor kendini.

Hitchcock “Spellbound – Öldüren Hatıralar” filminde hafızasını kaybedip kendisini başka birisi zanneden bir adamın hikâyesini anlatırken filmdeki düş sahneleri (ki yapımcı Selznik tarafından acımasızca kısaltılmış sahnelerdir bunlar) için gerçeküstücü ressam Dali’den yararlanmıştı. Burada ise Boyle klasik dönemin ustalarının tablolarını hikâyesinin bir parçası yaparak “entelektüel” seyircinin gönlünü almayı başarıyor. Boyle’un enerjisini seyirciye geçirmeyi başardığı film, ilgiyi hak eden ve sevaplarının günahlarına ağır bastığı bir film, özet olarak.

(“Trans”)

(Visited 121 times, 4 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir