Who’s Afraid of Virginia Woolf? – Mike Nichols (1966)

“Dışarıda karanlıkta bir yerlerde gezinen George. Bana hep iyi davranan. Benim hep yerdiğim. Benim oynadığımız oyunun kurallarını değiştirdiğim hızda oyunları öğrenen. Beni mutlu edebilen ve… ben mutlu olmak istemiyorum. Ah evet, ben gerçekten mutlu olmak istiyorum. George ve Martha… çok yazık, çok yazık…”

Evlilikleri korkunç bir didişme ile geçen orta yaşlı bir çiftin, genç bir çifti de dahil ettikleri bir kavgalı gecelerinin hikâyesi.

Edward Albee’nin aynı adlı parlak ve bugün artık bir klasik olan tiyatro oyunundan uyarlanan bir film. Pek çok Amerikan klasiğinde imzası olan Ernest Lehman’ın senaryosunu yazdığı ama diyalogları çok ufak farklılıklar dışında oyun ile aynı olan filmi bu eserle sinemaya parlak bir giriş yapan Mike Nichols yönetmiş. Elizabeth Taylor’un – tam da Hollywood’un ve Oscar’ın çok sevdiği bir şekilde- rolü için kilo aldığı ve güzelliğini ikinci plana attığı –öyle ki yapımcılar görüntü yönetiminin başarılı ismi Harry Stradling’i oyuncunun güzelliğini ön plana çıkardığı için işten çıkarıp yerine filmdeki başarılı çalışması ile Oscar kazanan Haskell Wexler’i getirmişler- film, tıpkı uyarlandığı oyunun kendisi gibi bugün klasik olmuş bir çalışma. Dört oyuncusunun -Taylor, kocası rolündeki Richard Burton ve genç çifti canlandıran George Segal ve Sandy Dennis- tümü de Oscar’a aday olan ve ikisinin -Taylor ve Dennis- ödülü kazandığı film Albee’nin güçlü metninden kaynaklanan hikâyesinin ve senaryosunun başarısı, dört oyuncunun parlak performanslar ile süslediği oyunculukları ve Nichols’ın diyalogların hemen hemen hiç nefes almadan peş peşe sıralandığı ve çoğunlukla iç mekanlarda geçen filme enerji katan mizansen anlayışı ile parlak bir sinema örneği.

1966 yapımı film, 1931 tarihli Cimarron filminden sonra Oscar’ın tarihinde tüm kategorilerde ödüle aday olmayı başaran ilk film olması ve bu adaylıkların beşini de ödüle dönüştürmesi ile de hatırlanıyor bugün. Taylor’ın alışılmış karakterlerinin hayli dışına çıktığı ve belki de kariyerindeki en parlak oyununu verdiği film dönemine göre hayli “cüretkâr” diyalogları ve imaları ile de ilgi toplamış zamanında. Albee’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan toplumunu ve kültürünü eleştirdiği oyunundan uyarlanan film birbirlerini hırpalayarak ve alkol ile kendilerini boğarak yaşayan orta yaşlı bir çiftin davetli oldukları bir akşam yemeğinin hemen sonrasında başlayıp sabaha kadar geçen saatlerini konu alıyor. Bu yemekte tanıştıkları ve evlerine davet ettikleri genç bir çifti de kendi girdaplarına ve “ölümcül” oyunlarına katan çiftimizin bu bol konuşmalı hikâyesi “aksiyonunu” diyalogların içindeki kimi zaman ima edilen kimi zaman açıkça dile getirilen alaylardan, aşağılamalardan ve suçlamalardan alırken, anlamsız bir yıpratıcılığa bürünmüş birlikteliklerini bitiremeyen çifti çarpıcı biçimde getiriyor karşımıza. Gerçek hayatta da iki kez evlenip boşanan ve o sırada ilk evliliklerini sürdüren Taylor ve Burton çiftinin rollerine kattıkları gerçekçilik duygusu, onlara eşlik eden Segal ve Dennis’in parlak performansları filmi en az muhteşem diyalogları kadar zenginleştiriyor. Dört oyuncunun içinde öne çıkan isim ise Taylor. Oyuncu baştaki Bette Davis taklidinden itibaren her sahnede karşı konulamaz bir zenginlikteki performansı ile filmin en baskın öğlerinden biri olmayı başarıyor. Bir akademisyeni canlandıran ve Taylor’a hemen hemen eş bir performans veren Burton, genç akademisyeni oynayan ve karakterinin içine atmış göründüğü küçük sırlarını ve mutsuzluğunu yalın ve tedirgin oyunu aracılığı ile başarı ile seyirciye geçiren Segal ve onun diğer üç karakterin “kültürel düzeyin” altında kalan karısının kişiliğini ve kadınsılığını yine etkili bir performans ile aktaran Dennis’i de düşününce filme “oyuncuların filmi” demek pek de yanlış olmaz sanırım.

Oyuncularının gücünden aldığı destekle zaman zaman uzun planlara başvuran, 1960’lı yıllar için hayli modern denebilecek kamera açılarını tercih eden ve örneğin dans sahnesinde olduğu gibi yönetmenin bir filme ne katabileceğini parlak örnekleri ile sergileyen Mike Nichols da filmin en büyük artılarından biri olsa gerek. Bu dans sahnesi parlak kurgusu, oyunculukları, diyalogları ve kamera açıları ile tam da bir klasik sahne örneği olarak gösterilebilecek parlaklıkta. Nichols dört oyuncusunun yüzünü yakın plana aldığı ve özellikle de standart dışı kamera açılarına başvurduğu anlarda filmine samimiyet duygusunu ve bir oyundan uyarlanmış olmaktan kaynaklanan enerji ihtiyacını seyirciyi de gereksiz yorgunluklara gark etmeden –evet, diyalogları takibin yarattığı yorgunluğu unutmadan söylüyorum bunu- elde etmeyi başarıyor. Filme katkısını anmanın gerekli olduğu bir diğer isim de müziklere imza atan Alex North. Tam on beş Oscar’a aday olup hiç kazanamaması ile de hatırlanan North’un hafif caz esintili ve tedirgin motiflerle yüklü çalışması filme bir şıklık da katmış açıkçası.

Tümü parlak isimler olan yaratıcı kadrosunun bu parlak birlikteliğinin kimi kusurları da var kuşkusuz. Hikâye sonlara doğru bir parça sarkıyor örneğin veya kimi sahnelerde gereğinden fazla “gürültü” var gibi görünüyor. Orta yaşlı çiftimizin ortada görünmeyen ama sık sık adı geçen oğullarının –Taylor ve Burton çiftinin ortak oyunlarının seyirciye pek de iyi aktarılamayan bir sembolü olmak dışında- hikâyedeki önemi kendisini pek gösteremiyor açıkçası. Ayrıca Nichols’ın kimi tercihleri, örneğin floresan ışıkları kullanımındaki caz atmosferi, bir parça ucuz da görünebilir bugünün bakışı ile. Yine de kendi aşk ve nefret arasında gidip gelen ilişkilerinin yarattığı cehennemlerine başkalarını da çeken çiftimizin hikâyesi görülmesi gerekli bir çalışma kesinlikle.

(“Kim Korkar Hain Kurttan?”)

(Visited 172 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir