Zerkalo – Andrei Tarkovsky (1975)

“İnanılmaz bir şekilde aynı rüyayı görüp duruyorum. Beni keder dolu bir sevgi ile sevdiğim eve götürüyor, kırk yıl önce masanın üzerinde doğduğum büyükbabamın evine. İçeri girmek istediğimde bir şey engelliyor beni. Rüyayı çok sık görüyorum. Kütükten yapılmış yüksek duvarları ve karanlık girişi gördüğümde, rüyadayken bile bunun sadece bir rüya olduğunu anlıyorum. Aşırı neşem, uyanacağımı bildiğim için gölgeleniyor. Bazen bir şey oluyor, rüyamda çocukluğumdaki evi ve etrafındaki çam ağaçlarını görmüyorum. Sonra kederlenip, aynı rüyayı görmek için sabırsızlanıyorum; beni her şeyin mümkün olduğuna inandığım çocukluğuma ve mutluluğa götürecek rüyayı”

Çocukluğunu, annesini, savaşı, kişisel anılarını ve ülkesinin yakın tarihinden önemli anları hatırlayan bir adamın hikâyesi.

Sinemanın dâhi isimlerinden Rus yönetmen Andrei Tarkovsky’nin yönettiği, senaryosunu Aleksandr Misharin ile birlikte yazdığı bir muhteşem film. Hakkında çokça konuşulmuş ve yazılmış bu film üzerine yeni bir şeyler söylemek zor ve belki gereksiz de. Fransız film eleştirmeni Max Tessier’in, yapıtlarını “şiir/film” olarak adlandırdığı Tarkovsky’nin bu oldukça kişisel filmi bu tanımlamayı doğrularcasına ünlü bir şair olan babası Andrey Tarkovsky’nin şiirlerinin de yer aldığı ve dizelerini şairin kendi sesinden duyduğumuz bir sinema başyapıtı. Bir hikâyenin değil, anıların ve onları hatırlamanın peşine düşen bu olağanüstü film anlaşılmayı değil, tecrübe edilmeyi bekleyen ve bunu yapanları da muhteşem güzelliği ile ödüllendiren bir sinema eseri.

Bizde “Mühürlenmiş Zaman” adı ile yayımlanan kitabında Tarkovsky, filmlerini gören seyircilerin kendisine gönderdiği mektuplara yer vermiş. Nefretten büyük bir hayranlığa kadar çok farklı duygular ve tepkiler içeren mektuplar bunlar ve “Zerkalo – Ayna” için yazılanların içerikleri yönetmenin filmografisinin nasıl farklı şekillerde algılandığını ve yorumlandığını gösterirken, bir sanat yapıtının bu derece farklı uçtaki duyguları uyandırabildiği ve çağrışımlar yaratabildiği ölçüde değerli olduğunu da hatırlatıyor bize. Genç bir mühendis şöyle yazmış yönetmene ve “böyle bir kepazeliğe göz yuman” sorumlulardan hesap sormaya kadar vardırmış tepkisini: “Ne zevksizlik, ne saçmalık! İğrenç bir şey!”. Bir başkası, filmi “anlayamamak”tan yakınarak şöyle demiş: “Şuna inanıyorum ki “Ayna”nızla baş edemeyip, son çare olarak yardımınızı dileyen ne ilk ne de son kişiyim”. Bir diğeri de benzer bir istekte bulunarak şunları yazmış: “Filme nasıl yaklaşacağımı bir türlü bulamadım, ne içerik ne de biçim olarak bana bir şey anlatıyor. Bunun sebebi nedir?”. Filmden çok etkilenenlerin mektupları da ulaşmış Tarkovsky’e; örneğin bir kadın seyirci şöyle diyor: “Ayna için çok teşekkürler. Her şey, aynen çocukluğumdaki gibi. Bunu nasıl öğrenebildiğinizi merak ettim doğrusu. O zaman da tıpkı böyle bir rüzgâr, böyle bir fırtına esmişti… Çocukta bilincin uyanması, filminizde ne güzel anlatılıyor… Biliyor musunuz, o karanlık sinema salonunda, yeteneğinizin ışıklandırdığı bir perde parçasına bakarken, hayatımda ilk kez yalnız olmadığımı hissettim”. Bir diğer seyirci mektubu: “Hakkında söz söylemeye bile cüret edemediğim, ama içinde yaşadığım bir film bu. Dinleme ve anlama yeteneği çok değerlidir… Tanrım, insanların hiç değilse en temel insani dürtülerini -hem kendilerinin hem de başkalarının- anlayıp duyabilmelerini sağla”.

“Mühürlenmiş Zaman”da şöyle diyor Tarkovsky: “Sanatçı anlaşılır olma peşinde koşmayı düşünemez. Bu, en az anlaşılmaz olmayı istemek kadar saçmadır”. Yazılanlara göre otuz üçüncü kurgudan sonra filmine son halini verebilmiş Tarkovksy; sadece yönetmenin titizliğinin değil, eserin onun için taşıdığı kişisel yanının da bir göstergesi olsa gerek bu durum. Siyah-beyaz ile renkli görüntüler arasında gidip gelen filmde Tarkovsky yüzünü hiç görmediğimiz, sadece sesini duyduğumuz bir adamın çocukluğundan ve bugününden görüntüler sunuyor bize. Savaş öncesi, savaş zamanı ve savaş sonrası üç farklı zamanda geçen hikâyede anne ve eş adamın gözünden ve onunla olan ilişkileri üzerinden hikâyenin baş karakterleri oluyorlar. Sadece kendi anılarına değil, bir birey ve sanatçı olarak kendisini etkileyen diğer sanatçı ve unsurlara da yer vemiş yönetmen bu hikâyede. Örneğin Hollandalı ressam Pieter Bruegel’i iki tablosunu (“Winterlandschap met Schaatsers en Vogelknip – Patenciler ve Kuş Tuzağı ile Kış Manzarası” ve “Jagers in de Sneeuw – Karda Avcılar”) adeta canlandırarak, Rus yazarlar Çehov ve Dostoyevski’yi ise sırası ile bir hikâyesinin ve yarattığı bir karakterin adını diyaloglarda geçirerek anıyor Tarkovsky. Filmin Eduard Artemev imzalı orijinal müziklerine ek olarak, Bach, Giovanni Battista Pergolesi ve Henry Purcell’in eserlerini de kullanan yönetmen Dante’nin “İlahi Komedya”sının açılış dizelerine de yer veriyor hikâyede: “Yaşam yolumuzun ortasında / buldum kendimi karanlık bir ormanda / çünkü doğru yol yitmiş gitmişti”. Tüm bunlar kompleks ya da entelektüel bir hikâye anlatma arzusu ile ilgili değil kuşkusuz; Tarkovsky’nin bir rüyanın gerçekliğinde ilerleyen hikâyesinde kendisini ve ülkesini onu şekillendiren her şeyi katarak anlatma arzusunun sonucu sadece bu. Açılış jeneriğinin hemen ardındaki sahne, filmin en bilinen karelerinden biri ile başlıyor: Bir çitin üzerinde oturan ve uzaktaki ağaçlara ve önünde uzanan çayırlığa bakan bir kadının (anne) görüntüsü. Kamera ona yavaşça yaklaşırken, önce uzaktan bir trenin sesi duyulur ardından da elinde bavulu ile yaklaşan bir adam görünür. Hayır, gelen koca (ve baba) değildir. Bu andan başlayarak bizi bir rüyanın içine sokuyor yönetmen ve kimi gerçek görüntüleri ülkesinin hikâyesinin bir bölümünü bu rüyaya gerçek bir boyut kazanmak için kullanıyor. Her bir sahnenin yönetmenin hayal etmesi kadar onun kişisel bir tecrübesinden, geçmişteki bir kısa anın bıraktığı izden kaynaklandığını hissediyorsunuz sürekli olarak. Örneğin bir camdaki buharın yavaş yavaş yok olması, görsel gücü ile yüreğe dokunan o rüzgârın salladığı otları seyrettiğimiz sahne, yavaş gösterimle karşımıza gelen ama bunun bir artistik kaygıdan dolayı değil, o an gerçekten de öyle yaşandığı (ve/veya hatırlandığı) için öyle gösterildiğine yürekten inandığınız görüntüler…

Henüz elli dört yaşında kanserden ölen yönetmen geride az sayıda film bırakabildi. Bunun nedenlerinden biri de ülkesi Sovyetler Birliği’nin yönetimi ile arasının pek de iyi olmaması. Oradaki son filminin çekimleri devletin sinema yetkilileri tarafından durdurulunca Tarkovsky öfkelenerek tüm görüntüleri yok etmiş, “Andrei Rublev” uzun bir süre yasaklı kalmış ve gerekli desteği başta ret edilen “Ayna” filminin Cannes’da gösterilmesi de Sovyet yönetimi tarafından uygun bulunmamıştı örneğin. Bugün sinema dergilerinin ve eleştirmenlerin anketlerinde her zaman en iyiler arasında yer alan bu film belli bir mantık çizgisi takip etmeyen, bir hikâye anlatmaktan çok geçmişin, rüyaların ve çocukluğun büyülü atmosferi içinde gezinmeyi yeğleyen, hayatın içindeki o “sıradan” detayların üzerinde duran, bir bireyin (bir sanatçının, Tarkovsky’nin?) kendi hayatını, yakınlarını, duygularını ve kendisine ilham kaynağı olan insan ve nesneleri olağanüstü yeteneğinin şekillendirdiği bir prizma ile bize yansıtan bir çalışma. Görmek -defalarca görmek- gerekiyor bu filmi, diğer tüm filmleri gibi ve Mühürlenmiş Zaman’ı da dönüp dönüp okumak. “Koca bir evreni içinde taşıyan insan: işte benim tek ilgi odağım. Zira hayat, her zaman hayal gücümüzden daha zengindir. Bu yüzden gerçek bir sanatçı, ancak kendisi açısından hayati bir zorunluluksa yaratma hakkına sahiptir. Ben de sinema sanatıyla seyirciye, hayatın gerçek akışını neredeyse hiç bozmadan aktarma yeteneğini taşımak istiyordum. Sinema sanatının gerçek “şiirsel” özü burada yatar” diye yazıyor Tarkovksy bu kitabında ve “Ayna”nın da kanıtı olduğu gibi bu düşüncelerini büyük bir etkileyicilikle yansıtıyor sinema perdesine.

(“The Mirror” – “Ayna”)

(Visited 372 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir