À Perdre la Raison – Joachim Lafosse (2012)

“İstediğim şeyi istediğim zaman söyleyebileceğim bir evde yaşamak istiyorum”

Faslı bir adamla evli olan Belçikalı bir kadının, dört çocuklu ve bir “yabancı” ile paylaştığı hayatını katlanılmaz bulması ile gelişen trajik hikâyesi.

2007 yılında Belçika’da yaşanan gerçek bir olayı kendi senaryosu ile sinemaya uyarlayan Belçikalı yönetmen Joachim Lafosse’un bu filmi Cannes’ın Belirli Bir bakış bölümünün En İyi Kadın Oyuncusu çdülü de dahil olmak üzere pek çok ödülü olan ve trajedisi ile kesinlikle etkileyici bir çalışma. Kısa bir giriş sahnesinde tam olarak adlandırmadığı bir trajedinin varlığını dillendirerek başlayan film, daha sonra geriye dönüyor ve o trajedinin arkasındaki hikâyeyi anlatıyor bize. Başroldeki Émilie Dequenne’in müthiş bir oyunla karakterinin başlangıçtaki aşık bir genç kadından finaldeki yıkılmış kadına dönüşümünü karşımıza getirdiği film, karşı koyması kolay olmayan bir dramı abartma tuzağından ustalıkla kurtulması ve konusunu tüm korkunç trajedisine rağmen zarafetle ele alması ile takdir edilmesi gereken bir çalışma. Kimi sahneleri bir parça uzamış görünürken, kimi gelişmeleri de fazlası ile hızlandırmış olsa da bu film başarılı bir hikâye anlatma örneği olarak da yönetmen Lafosse’un alkışlanmasını gerektiriyor.

Joseph Haydn’ın Meryem’in çektiği acıları anlatan Stabat Mater’i ile başlayan ve hikâye boyunca da zaman zaman bu müthiş hüzünlü eserden bölümlere yer veren film adım adım inşa ettiği trajedisini oyuncu Émilie Dequenne’in yüzü ve bedeni ile sembolleştiriyor ve seyircisini de en çok bununla etkiliyor. Dequenne seven ve sevilen genç bir kadından dört çocuk annesi ve yaşadığı evde tüm duvarların üzerine geldiğini hisseden, kaygı ve depresyon içinde yaşayan bir kadına dönüşen karakterini müthiş bir ustalıkla canlandırırken, trajik finale doğru giden yolun her bir taşını adeta kendi elleri ile döşüyor. Onun bu performansına Faslı kocayı canlandıran Tahar Rahim ve adamın “manevi babasını” canlandıran tecrübeli oyuncu Niels Arestrup da sade oyunları ile ciddi bir destek sağlıyorlar. Üç oyuncu da, yönetmenin tercihi ile olsa gerek, duygusal zigzaglara ve görkemli dramatik performanslara hayli imkân veren rollerini yalın ve zarif bir şekilde canlandırmışlar. Ölümleri baştan söyleyen ama ne olduğunu ve neden olduğunu hikâyesi boyunca anlatan film bu şekilde gerilimini azaltmıyor, aksine tüm film süresince bu gerilimin adım adım arttığını hissettiriyor seyredenine. Bunda da oyuncuların başarısı kadar, yönetmenin sade ama çarpıcı olmayı başaran anlatımının da payı var.

Belçika’da gerçekte yaşanan olayın “kahramanı” Genevieve Lhermitte adlı bir kadın ve senaryo onun hikâyesini epey sadık kalarak anlatmış göründüğüne göre. Birbirlerine aşık bir Faslı adam ve Belçikalı bir kadın, adamı çocukken “manevi evlat” olarak alıp Fas’tan Belçika’ya getiren ve çiftin evliliğinden sonra da onlarla aynı evde yaşayan yaşlı bir doktor, doktorun Belçika’da yaşama izni alabilmesi için evlendiği Faslı adamın kız kardeşi ve adamın neden evlatlık olarak kendisinin seçilmediğini sorgulayan erkek kardeşi… Bir parça tuhaf bir aile yapısı var ortada ve kadını trajik finale doğru götüren de temel olarak bu tuhaflıkların onun hayatını bir cendere içine almış olması. Balayına dahi birlikte gittikleri (film buna değinmese de, gerçekte doktorun balayı sırasında çiftle aynı odada kaldığını da söylemiş kadın) doktorla aynı evde yaşamak ve kocası ve kendisinin maaşı düşük olduğu için onun parası sayesinde hayatta kalabiliyor olmak, dört çocuk ve kocanın gittikçe ilgisini yitiren davranışları vs. kadını ağır bir psikolojik bunalımın içine atarken, kız kardeşi üzerinden yetersiz de olsa hissettirilen bir sorunlu aile geçmişinin birikimi de yaşadıklarında etkili oluyor gibi görünüyor. Senaryonun kimi aksaklıkları tam da burada yer alıyor. Kadının içine düştüğü girdabın nedenlerini yeterince açıklayıcı, daha doğru bir deyişle ikna edici kılamıyor senaryo ve bunda karakterin geçmişini bir parça ihmal ediyor olmasının da payı var. Benzer bir başka problem de genç adam ile doktor arasındaki “ilişkinin” mahiyetinin belirsiz bırakılması. Bu ilişkinin en azından bir platonik aşkı barındırıp barındırmadığını belirsiz bırakması özellikle kadının belki de zaman zaman kendisini fazla olan kişi olarak hissetmesinden de kaynaklanan derdini anlamamızı zorlaştırıyor bir parça. Yaşlı adamın doğrudan iyi veya kötü bir karakter olarak çizilmemesi ve sadece arada bir takım gereksiz ve beklenmedik çıkışlar yapan birisi olarak gösterilmesi filmin lehine olmamış. Belki gerçek olayda da aynen durum budur ama, sienamsal açıdan bakıldığında kadının kendini önceden var olan sağlam bir ilişkiye sonradan katılmaya çalışan birisi olarak hissetmesi çok daha farklı okumalara götürebilirmiş filmi. Senaryo ile ilgili son bir problem olarak, genç adamın kadından uzaklaşma sürecinin anlatımının yeterince doyurucu olmamasını da ekleyelim.

Yönetmen Joachim Lafosse’un kimi sahnelerde seyirciyi adeta bir röntgenci konumuna sokan veya belki de kadının kocası ile kendilerine özel bir hayat kuramamış olmasından dolayı yaşadığı sıkıntıyı vurgulayacak şekilde, adeta ortamda bir yabancı gözün varlığını hissettirmek için tercih edilmiş görünen kamera tercihleri de filmi zenginleştirmiş. Aralık kalan bir kapıdan bir odada yaşananlara tanık olduğumuz veya en azından kapının çerçevesi ile özellikle sınırlanmış görünen bu sahneler seyirciye bir tedirginlik duygusunun ve kadının hissettiği klostrofobinin geçmesini sağlıyor ki hikâyenin sonunu baştan kısmen de olsa biliyor olmamıza rağmen, ilginin hiç kaybolmamasını ve hatta sürekli artıyor olmasını buna da bağlamak mümkün. Lafosse’un zaman zaman karakterlerine hayli yaklaşan ve seyircinin odağını tamamen onların üzerine taşıyan kamera kullanımı ve klasik müzikten akıllıca yararlanması filmin dikkat çeken diğer başarıları. Müzik demişken filmin en etkileyici ve Dequenne’in de seyredeni çarpan bir performans sergilediği sahnede Julien Clerc’in “Femmes Je Vous Aime” şarkısının çok çarpıcı bir biçimde kullanıldığını da belirtmiş olalım.

Belçikalı yaşlı doktorun Faslı ailenin her bir bireyin hayatını şu ya da bu şekilde etkilemiş ve yönlendirmiş olması ve bu dikte etmenin kadının hayatına da yansımış olması, toplumsal düzeydeki bir kolonileştirmenin ve yönetmenin aile düzeyine indirgenmiş hali olarak da okunmalı mı emin değilim ama en azından meraklıları için böyle bir tartışma konusunun olabileceğini de belirtmiş olalım. En trajik anını görüntünün dışına taşımasına rağmen ve aslında belki tam da bu nedenle müthiş bir final yapan film görülmeyi kesinlikle hak ediyor. Senaryodaki kimi eksikliklerine rağmen, bu aile dramı zarif bir şekilde çekilmiş ve oynanmış, kayıtsız kalınamayacak bir çalışma.

(“Our Children” – “Çocuklarım”)

(Visited 167 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir