Dilâ Hanım – Orhan Aksoy (1978)

dila_hanim“Gönül diye bir şey yok mu? Ya severse? Ya sevilirse? İçinde bir çiçek büyürse?”

Yörenin zenginlerinden biri olan kocasını öldüren bir beyin peşine düşen bir kadının hikâyesi.

Necati Cumalı’nın “Makedonya 1900” adlı kitabındaki bir hikâyeden Safa Önal’ın uyarladığı ve Orhan Aksoy’un yönettiği bir film. Yeşilçam’ın bir dönemine damga vuran o klasik Türkân Şoray – Kadir İnanır filmlerinden biri olan çalışma, o dönem Türk sinemasına özgü pek çok problemi bünyesinde barındırsa da seyircinin ruhuna bir şekilde işlemeyi başarıyor. Safa Önal, Cumalı’nın hikâyesini zarar verecek ölçüde epey değiştirmiş olsa da, orijinal eserin ruhunu bir şekilde yine de taşıyor bu film ve klasikleşmiş sahneleri ve iki oyuncusunun çok iyi uyuşan kimyalarının yarattığı müthiş çekicilik sayesinde görülmeyi kesinlikle hak ediyor.

Necati Cumalı’nın on dokuzuncu yüzyılın sonunda geçen öyküsünü 1970’li yıllara taşıyan Safa Önal senaryosu bir Türkân Şoray – Kadir İnanır filmi yapmak amacı ile çıkılan yolun sonucu ve bu bağlamda amacına da kesinlikle ulaşmış. Evet, gerçek kimlikleri ve aşina olduğumuz oyunculukları ve mimikleri canlandırdıkları karakterlerin önüne geçiyor zaman zaman ama ne gam! Sonuçta bu ikili ve bu ikilinin kırık bir aşk hikâyesini seyretmek isteyenler için çekilmiş bir film bu ve tam da bu nedenle hedefini tutturduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz zaten. Film Yeşilçam’ın pek çok kusuruna sahip elbette ve filmi sinemasal açıdan tam bir başarı örneği olarak göstermeye de engel oluyor bu kusurları. Örneğin müziğin kullanımı: Cahit Berkay’ın film için hazırladığı orijinal müzik çalışması gerçekten çok başarılı ve yüreğe dokunan melodisi ile hikâyeye müthiş yakışıyor ve başta o unutulmaz final sahnesi olmak üzere görüntüleri inanılmaz zenginleştiriyor. Ne var ki müzik o denli aşırı bir dozda kullanılıyor ki zaman zaman keşke hiç olmasaydı bile dedirtebiliyor. Sadece bu örnek bile filmin neleri başarırken, yeterince becerikli olunmadığı için neleri kaçırdığını göstermeye yeterli bize. Benzer bir durum senaryo için de geçerli: Sinemaya aşık bir insan olan Safa Önal’ın becerikli kaleminden çıkan diyaloglar iki başoyuncunun birlikte göründükleri her sahneye uzak durulması imkânsız bir dokunaklılık, sıcaklık ve kırılganlık katmış kesinlikle. İnanır’ın zeybek sahnesi, elbette final sahnesi veya dere kenarında Kadir İnanır’ın Türkân Şoray’a çocuksu bir masumiyet ile aşkını ilan ettiği sahne (“Şaşkınlığımı bağışlayın. İnanılır gibi değil. Yedi diyarın bir Dilâ Hanım’ı şuracıkta, karşımda. Elimi uzatsam dokunuyorum. Hayal değil, rüya değil”) çok iyi yazılmış bölümler. Buna karşılık aynı senaryo Erol Taş’ın canlandırdığı karakteri oyuncunun kariyerindeki diğer kötü karakterlerden bir benzeri yapmakla ve hatta daha da ileri götürecek bir abartı ile süslemekle ciddi bir hata yapmış. İnanır’ın İstanbul’daki çevresinin karaktere hiç uymaması, orijinal hikâye değiştirilince ortaya çıkan iki baş karakterin (ve kendilerine bağlı adamların) bir diğerini tanımaması veya adamın üzerinde gördüğü kıyafetten akıllıca yorumlar çıkarabilen kadının zenginliğinin bilinmemesi gereken bir yere burnundaki pırlantadan hızma ile gitmesi gibi tutarsızlıkları da var senaryonun. Yine de belli bir çizgiyi aşan tüm Safa Önal senaryoları gibi bu filminki de seyirciyi etkilemeyi, heyecanlandırmayı, mutlu etmeyi ve yüreğini titretmeyi başarıyor ki filmin de önemli artılarınddan biri oluyor tüm problemlerine rağmen.

Yan karakterleri canlandıran oyuncuların işlerini yapmış göründüğü (İstanbul’da Kadir İnanır’ın etrafındaki kadınları canlandıranlar hariç çünkü dudak büzmek ve göz süzmekten başka bir şey yapmıyorlar) filmde Şoray ve İnanır ikilisi için söylenecek tek şey var: Hikâyeye ve birbirlerine çok yakışmışlar. Öyle olağanüstü bir oyunculuk sergilemiyorlar belki ama burada canlandırdıkları karakterleri onlardan başkası oynayamazmış duygusu yaratıyorlar ki bu elbette büyük bir başarı. İki oyuncunun Önal’ın senaryosundan da aldıkları destekle parladıkları kimi sahneler (örneğin Şoray’ın “İyi uyudunuz mu” sorusuna içinde binlerce gizli anlam yüklü “Çook” ile karşılık verdiği sahnedeki bakışları, Orhan Aksoy pek iyi bir mizansen ile çekememiş olsa da İnanır’ın zeybek sahnesinde her iki oyuncunun beden ve yüz ifadeleri veya finaldeki bakışmaları) unutulacak gibi değil. Törelerin cenderesi içinde sıkışan iki bireyin kırık aşk hikâyesi bu iki oyuncu ile çok daha üst bir düzeye taşınmış kesinlikle.

Bir Yeşilçam klişesi olarak her tabut göründüğünde fonda ney çalmak, -Orhan Aksoy’un yanlış bir tercihi ile- gerekli gereksiz zumlara başvurmak veya yaralının vücuduna bakmadan kurşun çıkarmak gibi anlamsızlıklarının yanında filmin bir ciddi kusuru daha var: Adamın, kendisine aşık olsa da ve tüm o yeminlerin ve törelerin altında sıkışmışlığından kaynaklanan nedenlerle hayır diyor olsa da, bir kadına zorla sahip olmasının izah edilebilir bir yanı yok ve bunun adı hiçbir ama olmadan tecavüzdür. Aslında kadının da seviyor ve içten içe istiyor olması, o eylemin adını değiştirmez kesinlikle.

Özetle, mutlaka görülmesi gerekli bir Yeşilçam klasiği bu: Türkân Şoray için, Kadir İnanır için ama hepsinden önce ikisinin müthiş uyumu için görülmeli bu film. Finaldeki meydan okumaları için, başka bir zamanda ve başka bir yerde karşılaşmaları halinde mutlu olacak iki insanın şimdi ve burada karşılaştıkları için yaşadıkları trajedi için, aşkın büyüleyiciliği için ve samimi bir sinemanın ne tür kusurları olursa olsun seyirciye dokunabildiğini bir kez daha hatırlamak için…

(Visited 462 times, 4 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir