Falling Down – Joel Schumacher (1993)

Falling Down“Kızının yaş günü için evine gitmeye çalışan biriyim sadece ve yoluma çıkmazlarsa kimseye bir şey olmaz ”

Toplumda tanık olduğu yozlaşmaların çileden çıkardığı ve yoluna çıkanları ortadan kaldırmaya kararlı bir adamın hikâyesi.

Ebbe Roe Smith’in orijinal senaryosundan Joel Schumacher’in çektiği ve başrolünü Michael Douglas’ın oynadığı bir ABD – Fransa – İngiltere ortak yapımı. “Öfkeli bir beyaz Amerikalı”nın “toplumdaki pislikler”i temizlediği bu hikâye zamanında hem popüler bir ticarî sinema örneği olarak ilgi toplamış hem de temizlik yapanın bir beyaz, temizlenenlerin ise hemen hep diğer etnik kökenlerden olması nedeni ile ırkçılıkla da suçlanmıştı. Bu suçlama filmin üzerinden geçen yirmi üç yıldan sonra belki biraz ağır görünüyor ama hikâyenin muhafazakâr bir Cumhuriyetçi parti taraftarının (bugünün dili ile söylersek, bir Trump taraftarının) hayali havası taşıdığını inkâr etmek pek kolay değil. Michael Douglas’ın bir parça robotumsu görünse de karakteri açısından doğru bir tonlaması olan oyunu ile sürüklediği film, yan karakterlerinde (ki çoğunluğu kurban rolünde) klişelere fazlaca yaslanmak ve daha da önemlisi, kahramanının nefretini filmin kendisinin ne ölçüde paylaştığı konusunda kafa karışıklığı yaratmak gibi problemlere sahip. Öyle ki hikâyeyi seyrederken, filmin yaratıcılarının bu nefret ve öfkeyi sizin de paylaşmanızı hedeflemiş gibi görünen tercihleri epey rahatsız ediyor.

Film çok sıcak bir havada ve yol onarımı nedeni ile trafiğin tamamen tıkandığı bir günde arabasının içinde yavaş yavaş çıldıran bir adamın görüntüsü ile başlıyor. Fellini’nin “8½” filmine açık bir gönderme olan bu sahneden sonra, film elbette bir varoluşsal sorgulamaya gitmiyor ve bir Amerikan filminden beklenmesi gerektiği gibi bize gösterdiği nedenin doğurduğu sonuçlara doğru hızla ilerliyor. Sonradan gereksiz olduğunu öğreneceğimiz bir yol inşaatı, sürekli kornaya basan öfkeli sürücüler, çığlık çığlığa bağırarak ortalığı gürültüye boğan çocuklar, aşırı sıcak vs. kahramanımızı arabasını yolun ortasında bırakıp eve yürüyerek gitmeye sürüklüyor. Bundan sonra izlediğimiz ise, adamın eve giderken yoluna çıkan tüm “pislikler”i temizlemesi ve peşine düşen polislerin onu yakalamaya çalışması temel olarak. Bu pislikler, ürünleri pahalı satan ve İngilizceyi düzgün konuşamayan bir Koreli bakkal, yolda karşısına çıkıp ondan haraç isteyen Latin bir çete, ırkçı bir nazi vs. gibi ortalama bir beyaz Amerikalı’nın kolayca düşmanı olarak görebileceği kişiler. Bugün herhangi bir Trump taraftarı, buradakinden daha az kötü görünecek herhangi bir “beyaz olmayan” Amerikalı’dan rahatlıkla nefret edebileceğine göre, filmin tehlikeli sularda pervasızca dolaştığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Adamın Koreli bakkala söylediği “Ülkeme geliyorsun, paramı alıyorsun, dilimi öğren bari” cümlesini duyduğumuz sahne örneğin, kesinlikle söyleyenine yönelik bir eleştirel hava içermiyor. Aksine filmin adamın bu bakış açısının yanında durduğunu düşünmemize engel hiçbir durum yok. Üstelik hemen arkasından gelen “Ülkem ülkeme ne kadar para veriyor, biliyor musun?” cümlesi ise daha korkunç bir bakışın izini taşıyor. ABD’nin Güney Kore’ye yaptığı yardıma gönderme var burada ve ülkesinin başka bir kıtadaki bir ülkeye neden yardım ettiğini hiç sorgulamayan ve sadece insanî amaçlı olduğuna inandığı bu yardımın aslında pek de hak edilmediğini düşünen bir beyaz Amerikalı’nın ağzından çıkacak bu cümleye karşı duran bir bakışı yok filmin. Latin çeteden eşcinsellere, film tüm “azınlık” yan karakterleri o denli klişe bir şekilde getiriyor ki önümüze, bize adeta şunu söylüyor: “Amerika günahkârların işgali altında ve eline silahı alıp bunları temizlemek için savaşa çağırıyoruz seni!”. Bu yanlış mesajı dengelemek için kimi girişimleri oluyor filmin ve örneğin eşcinselleri kahramanımızın değil ırkçı bir adamın nefret objesi olarak sergiliyor ama bu sahnede bile adamın “kayıtsızlığı” dikkat çekmiyor değil.

Film 1992 yılındaki “Los Angeles İsyanı” sırasında çekilmiş. Bir takip sırasında yakaladıkları siyah bir adamı (Rodney King) korkunç bir biçimde döven polislerin suçsuz bulunması ile başlayan ve altı gün süren isyanda 55 kişi ölmüş ve 2000’den fazla kişi yaralanmıştı. Etnik kökenli olan bu isyan şehirdeki tüm etnik gruplara yayılmış ve yağmalara karşı Kore kökenliler de silahlanmış ve kimi çatışmalara katılmışlardı. Bu gerilimden yararlanmış film açıkçası ve belki sinemasal açıdan işe yarasa da, etik açıdan bakınca kendi niyetini de ortaya koymuş olmuş bir bakıma. Hikâyenin tüm bir Amerikan toplumunu “başarısız” olmuş olarak resmetmesi de yine tüm ülkenin günah içinde olduğuna inanan bir muhafazakâr Amerikalı bakışından farkı yok. Yönetmen Schumacher’in görüntüye sürekli olarak yoksulları, evsizleri, işini kötü yapanları, fırsatçıları veya “anarşi”nin sembolü olan grafiti dolu duvarları getirmesi de boşuna olmasa gerek. Peki çökmüş bir sistem varsa ortada, film ne öneriyor çözüm olarak? Cevap tam da bir Ameriken filminde bulacağımızın aynısı elbette: Sistemin kendisinde bir sorun yok; sistemi kirleten kötüleri temizlersek ve burada olduğu gibi iyileri güçlendirirsek o mutlu (ve beyaz!) Amerika’ya kavuşabiliriz! İyi polisin televizyonun canlı yayınında kötü polise “F.ck You” demesi ile çözülür sorunlar diyor film bize bir başka ifade ile.

Kimi sembolik anları da var filmin: Latin çetenin otomatik silahlarla saldırdığı adamın ona tek bir kurşun isabet ettiremezken sokaktaki onca diğer Latin kökenli kişiyi öldürmesi veya yaralaması, ve bu sahnenin sonunda adamın “Dirty Harry – Kirli Adam” filmine yakışacak bir şekilde ağır yaralı çete elemanına ateş etmesini örneğin pek de iyi niyetli yorumlamak mümkün değil. O filmde resmî bir ünvanı olan bir kişi pisliği kendi başına temizlerken, burada bir sivilin (ama geçmişinde ülkesi için füze imal eden bir şirkette çalışmışlığı olan bir sivilin) bu işe soyunması tek fark aslında. Senaryonun adamın psikolojik rahatsızlığından dem vurması kendi bakışını temize çıkarmaktan çok, bu günah toplumunun dürüst bir vatandaşı nasıl çileden çıkarabileceğinin açıklaması olarak gösteriyor kendini. Bir sahnede adamın karısına telefonda “Dondurmacımızı Güney Amerika hediyelik eşyaları satan dükkan yapmışlar” şeklinde söylenmesi en açık örneklerden biri filmin yanlış ve evet kimi zaman ırkçılığa yakın düşen bakışının: Sorun hediyelik eşya dükkanından çok, bu dükkanın Güney Amerika hediyelikleri satmış olması çünkü.

Hemen hiç aksamayan temposu, dinamik anlatımı ve Michael Douglas’ın oyunculuğu bu tıkır tıkır işleyen ve Hollywood zanaatkârlığının her işaretini taşıyan filmi seyre değer kılıyor aslında. Her zaman olmasa da hatta zaman zaman gerekliliği tartışmalı olsa da kimi kara mizah öğeleri de filme bir farklılık katmış. Iron Maiden grubunun “Man on the Edge” adlı şarkısının ilham kaynağı da olan filmin anılması gereken bir ilginç durumu da var. Gerçek hayatta Koreli olan bir oyuncunun Japon bir polisi ve Çinli olan bir oyuncunun Koreli bir bakkalı oynaması, etnik kimlikler üzerine zaten pek de dürüst görünmeyen bir bakışı olan (ek olarak kadına bakışında da kimi sorunlar olan, polisin eşinin “doğum sonrası vücudunun bozulmasından mutsuzluğunun vurgulanmasının da örneği olduğu) filmin -Hollywood’a özgü- duyarsızlığını göstermesi açısından da çarpıcı bir örnek olsa gerek.

(“Sonun Başlangıcı”)

(Visited 202 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir