Funny Face – Stanley Donen (1957)

“Sen moda dünyasına aitsin. Biz soğuk, yapay ve duygusuz insanlarız. Sen aşık olamazsın”

Bir moda fotoğrafçısı ile çalıştığı moda dergisine farklı ve entelektüel bir yüz olması için seçtiği kitapçıda çalışan bir kız arasındaki aşkın hikâyesi.

Stanley Donen’dan bir müzikal. Zamanında ilgi görmesine ve Oscar adaylıkları almış olmasına rağmen yönetmenin “Singin’ in the Rain”, “Seven Brides for Seven Brothers” veya “On the Town” gibi parlak müzikallerinin gerisinde kalan bir çalışma. Aynı isimli sahne müzikalindeki birkaç şarkıyı kullanan ama tamamı ile farklı bir hikâye anlatan filme George Gershwin ve Ira Gershwin ikilisi tarafından yeni şarkılar da eklenmiş ve Leonard Gershe tarafından yazılan orijinal bir hikâye ile yola çıkılmış. Varılan yer ise bir müzikal için de zayıf olan hikâyesi, birkaçı güçlü diğeri orta karar şarkıları ve müthiş bir görselliği olan bir çalışma olmuş. Kostümlerinden setlerine ve elbette Paris’in kendisine film görselliğine aşık olunabilecek bir çalışma.

Hepburn’ün bir kez daha kendisinden hayli yaşlı erkeklerle başı dertte. Filmin çekildiği tarihte kendisinden 30 yaş büyük olan Fred Astaireile bir aşkın iki tarafını oluşturuyorlar filmde. Hollywood buradaki durumun tersini, kadının erkekten otuz yaş büyük olduğu bir yaş hikâyesini sadece komedi kalıbı içinde anlatmayı tercih eder çoğunlukla ama burada bu yaş farkı herhangi bir şekilde altı çizilen bir konu değil. Bunu Hollywood’un normal anlayışına bırakalım ama filmin hikâyesi de açıkçası çok matah değil. Ne Hepburn’ün dönüşümü (kozanın içinden çıkan bir kelebek değil, ondan da öte bir cennet kuşu) ne de hikâyenin genel olarak gelişim çizgisi ikna edici değil. Ayrıca bir komedi-müzikalde de olsa entelektüelliğin popülaritenin karşısında aşağılandığını görmek çok da çekici değil. Felsefe ile ilgilenen entelektüel kadının mutlaka kötü giyinmesi ve hırpani görünmesi (gerçi Hepburn filmin iddia ettiğinin aksine o kötü saç kesimli ve koyu renli kıyafetli başlangıç sahnelerinde bile zarifliği ile ışıldıyor) ama işte bir öpücük ile aşık olunca kendisini bulup güzelliği ile göz kamaştırır hale gelmesi bizim Yeşilçam filmlerinin de Amerikan sinemasından aşırdığı bir numara ve burada da tüm klişeleri ile kullanılıyor açıkçası. Hikâye Fransa’nın entelektüelliğini (üçkağıtçı filozofu, sigara dumanından gözün gözü görmediği “entel” gece kulüplerini ve burada icra edilen garip müzikler ve dansları) aşağılayıp duruyor ama bir şeyin de hakkını veriyor açıkçası. Paris’i bu filmde görüp de şehre aşık olmamak mümkün değil herhalde. Şehiri insanları, caddeleri, sokakları ve parkları ile nerede ise Hepburn ile yarışacak bir zarafet içinde sergiliyor filmimiz. Hani nerede ise boş verin Paris’in entelektüelliğini ve aşk ile özdeşleşmiş haline bakın diyor seyircisine.

Fred Astaire’in ünlü moda fotoğrafçısı Richard Avedon’dan esinlenen bir karakteri canlandırdığı filmde, Avedon’un fotoğrafları ile katkıda bulunduğu açılış jeneriklerinden başlayarak bir estetik bombardıman altında kalıyorsunuz; bunu olumsuz bir anlamda değil tam aksine filmin en büyük artısı olması nedeni ile söylüyorum. Tüm set tasarımları, kostümleri, dansları, Hepburn’ü ve Paris’i ile, filmin estetiğinden etkilenmemek mümkün değil kesinlikle. Görüntü yönetmeni Ray June’ün parlak renkleri ve yağmur altındaki Paris’i etkileyici görüntüleri ile karşımıza çıktığı filmde, Paris’e bir güzelleme olan “Bonjour Paris” şarkısından Astaire’in Hepburn’ü Paris’in farklı yerlerinde ve farklı hikâyesi olan kadınlar olarak fotoğrafladığı sahnelerin görselliğine, Hepburn’ün gece kulübündeki modern dans gösterisinden Astaire-Hepburn ikilisinin bale adımları ile birlikte dans ettiği “He Loves and She Loves” şarkısına, film estetik alanında sınıfı parlak notlar ile geçiyor özet olarak. Bahsettiğim fotoğraf çekme sahnesi hikâyeye katkısı olmayan ve filmin yaratıcılarının çok hoşuna gittiği için uzatılmış görünen sahneler ama ne olursa olsun rahatsız etmiyor bu durum seyredeni. Astaire’in elbette dans ettiği ve kesinlikle de bu işi çok iyi yaptığı filmde o ve Hepburn kadar bir yıldız daha var açıkçası. Kay Thompson moda dergisinin yöneticisi rolünde şarkı söylüyor, dans ediyor ve filmin komedi anlarının çoğuna imza atıyor; filmi de üç yıldızı olan bir film yapıyor bu performansı ile.

Hikâyenin zayıflığı, şarkılarının çok da üst dereceden olmaması ve yerden yere vurduğu entelektüelliğe komedi maskesi altındaki sataşmaları bir kenara bırakılıp seyredilmesi gereken bir film karşımızdaki; bir moda ve fotoğrafçılık filmi ve görselliğinin peşine takılıp gidilmesi gerekenlerden bir başka deyiş ile.

(“Şahane Macera”)

(Visited 414 times, 14 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir