Guess Who’s Coming to Dinner – Stanley Kramer (1967)

“Yaptığınız on altı eyalette suç ve yasalar değişse bile insanların düşünceleri değişmez”

Beyaz bir kadının ve siyah bir adamın evlenmeye karar vermeleri ile ailelerinde ortaya çıkan karışık tepkilerin hikâyesi.

Amerikan sinemasının liberal filmleri ile tanınan yönetmenlerinden Stanley Kramer’den ırk ayrımı sorununa değinen bir film. 1958 yılında biri beyaz biri siyah iki erkeğin “gönülsüz birlikteliklerini” konu alan bir filmle ırk ayrımı sorunu üzerine bir film yapan Kramer bu filmden dokuz yıl sonra bu kez bir kadın ile bir adamın “gönüllü birlikteliklerinin” ailelerindeki ve aslında toplumdaki ön yargılar karşısında tökezlemesini konu ediniyor. Her iki filmin ortak oyuncusu olan ve bu filmde de hayli başarılı oynayan Sidney Poitier’in yanısıra Katharine Hepburn ve Spencer Tracy gibi iki olağanüstü oyuncunun varlığı ve onlara başarı ile eşlik eden yan kadro orijinal bir senaryoya dayanan ama bir tiyatro oyununun tadını da içeren filmi sinemanın beğeni duygusu ile hatırlanan örneklerinden biri yapıyor.

Jacqueline Fontaine’in söylediği “Glory of Love” şarkısı ile açılan ve kapanan film kimi eyaletlerde ırklar arası evliliğin yasak olduğu bir dönemin Birleşik Devletler’inde ve ırkçılığın henüz taze izlerini koruduğu yıllarda bir aşk hikâyesini başka bir aşk hikâyesi üzerinden anlatıyor ve doğruluyor aslında. Kadının anne ve babasının birbirlerine duyduğu aşk hikâyenin finalindeki asıl belirleyici unsur olarak filmin odağını ırkçılıktan da bir parça kaydırıyor aslında ama bu aşkın tarafları Hepburn ve Tracy olunca durup bir düşünmek gerekiyor. Tracy çekimlerinin bitiminden hemen sonra hayatını kaybettiği bu son filmde kelimenin tam anlamı ile döktürüyor. Ömrü boyunca savunduğu liberal değerlerin şimdi kendi hayatına alışılandan farklı bir şekilde sızmaya çalışması karşısında hissettikleri ile baş etmeye çalışan adamı kariyerinin tüm birikimi ile dokunaklı bir şekilde canlandırıyor. Yine de filmin asıl yıldızı Hepburn. Tracy ile aralarında uzun yıllara yayılan gerçek bir aşk olan sanatçı bu filmde adeta Tracy’yi gözleri ile koruyor, esirgiyor. Birlikte oldukları her karede veya her ona baktığında gözlerinden adeta dışarı akan sevgiyi hissetmemek imkânsız. Hepburn usta oyunculuğunu işte gerçek aşkın getirdiği bu “avantajı” da sonuna kadar kullanarak benzersiz bir biçimde sergiliyor. Müstakbel damadı ile ilk karşılaştığındaki oyunculuğu günümüzde sadece Merly Streep tarafından devam ettirilen bir yoğunluk ve inandırıcılık içeriyor ve sizi kendisine çekiyor. Sanatçının ustalığını gösterdiği bir başka sahne de işteki yardımcısını kovduğu bölüm. Tracy ise bugün sinema tarihinin usta oyunculuk anlarından biri olarak gösterilen final bölümündeki konuşma sahnesinde adeta gizemi çözen bir Hercule Poirot edası ile tüm kendisini dinleyenlerle ortamın hâkimi ve gerçeği tek bilen olmanın verdiği bir güçle oynuyor ve elbette biz seyredenleri de kendisine bağlıyor.

Yönetmen Stanley Kramer hikâyeyi hak ettiği yalınlık içinde ve örneğin evdeki siyah hizmetçinin kendisi gibi siyah olan damat adayına çıkıştığı sahnede olduğu gibi gerektiğinde kamera oyunları ile aktarmayı başarıyor. Hikâye Kramerin diğer liberal filmlerinde olduğu gibi bir parça naif kalabilir ama o dönem için tabu olan bir konuyu ustalıkla ele alması ve durmayı seçtiği noktanın doğruluğu ile takdiri hak ediyor. Senaryo evlenme kararlılığındaki iki insanın arasındaki yaş farkı, aileler arasındaki sınıf farkı ve on gün içinde tanışıp evlenme kararı almaları gibi ailelerin normalde tepkilerini alabilecek hususların işte bu ırk farklılığı karşısında nasıl da onların gözünde önemini yitirdiğini göstererek ırk ayrımının nasıl bir hassas konu olduğunu ortaya koyuyor ve etkisini artırmayı başarıyor. Yine de şunu eklemek gerek: San Fransisco’daki muhteşem bir evde yaşanan bu hikâyede aşkın galip gelmemesi mümkün mü diye düşünüyorsunuz seyrederken. Hikâyenin Birleşik Devletler’in özgürlük başkenti bir eyaletteki bir zengin evinde geçmesi ister istemez şunu da düşündürtüyor. Neden “farklı” aşkların kahramanlarının en azından bir tarafı hep zengin/sanatçı vs. gibi gücü veya yaptığı iş nedeni ile kendisine hoşgörü ile bakılacağını bilen karakterlerden olur? Özellikle de Hollywood sinemasının örneğin eşcinsel aşklarda sık takındığı bir tavırdır bu. İşte tam da bu nedenle “Brokeback Mountain” kahramanlarını sıradan insanlardan seçmesi ile çarpıcı bir başarı yakalamıştı. Hayat Hollywood’un empoze ettiği gibi zengin evlerinde yaşanan hikâyelerden ibaret değil çünkü.

Çok iyi oynanmış ve anlatılmış bir Hollywood klasiği. Aşk ve tüm ön yargılar üzerine keyifli bir sinema örneği. Tüm diğer özelliklerinden de öte Hepburn adındaki muhteşem kadın için.

(“Beklenmeyen Misafir”)

(Visited 131 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir