James White – Josh Mond (2015)

“İkimizin ortak bir yanı var: Mutluluğu doruklarda yaşıyoruz, kötü hissettiğimizde ise dibe, en dibe vuruyoruz. Unuttuğumuz şey ise bu ikisi arasında çok geniş bir alan olduğu; arada onu da yaşamalıyız”

Yirmili yaşlarındaki New Yorklu bir adamın bir yandan hayatını düzene koyma, diğer yandan annesinin hastalığı ile mücadelesinin hikâyesi.

Amerikalı sinemacı Josh Mond’un yazdığı ve yönettiği bir ilk film. ABD bağımsız sinemasının örneklerinden olan çalışma, kısmen “crowdfunding – kitle fonlaması” yöntemi ile toplanan para ile çekilmiş ve hikâyesi ilerledikçe gücü artan, baştaki tipik bir bağımsız film olma havasından yola çıkıp farklı bir yere ulaşan bir film. Christopher Abbott ve Cynthia Nixon’ın çarpıcı performanslar sundukları film, sevilen bir insanın hastalığı ve onu kaybetmeye kadar giden süreç ile ilgili samimi ve “sert” bir eser olarak ilgiyi hak ettiği gibi, anne ve oğul ilişkisi üzerine de etkileyici sahneler getiriyor karşımıza. Hikâyesini yumuşatmaya yanaşmaması ve sert gerçekçiliğinden ödün vermemesi kimilerini rahatsız edebilir ve ancak kısıtlı bir gösterim imkânı bulabilmiş olmasını açıklıyor bu durum ama filmi görmeye kesinlikle engel olmamalı bu tercih.

El kamerasını tercih eden, özellikle Abbott’ın yüzüne odaklananlar olmak üzere sık sık yakın plan çekimler kullanan Josh Mond’un filmi mutsuz, öfkeli ve büyümemiş görünen bir gencin bunalım filmi havalarında başlıyor ve adım adım başka bir noktaya götürüyor seyircisini. Evet, gerçekten de mutsuz, öfkeli ve büyümemiş bir genç var karşımızda ama Mond senaryosu ile bizi bu -özellikle de bağımsız Amerikan filmlerinden- alışılmış görünen karakterin dünyasına ve ruh haline ustaca sokuyor ve onun yaşamla yüzleşmesini -önce kendilerini çocukken terk eden ve pek yakınlık duymadığı babasının ölümü, sonra da aralarında güçlü bir ilişki olan annesinin tekrarlanan ciddi rahatsızlığı üzerinden- etkileyici bir dil ile anlatarak, gittikçe güçlenen bir duygu yoğunluğu yaratmayı başarıyor seyirci üzerinde. Dramatik sahneleri duyguları sömürmeden ve seyircisini kışkırtmadan anlatmasının bu başarısında çok ciddi bir payı var elbette. Bu sahnelerde Abbott ve Nixon’ın ortaya koyduğu dört dörtlük performanslarını da eklemeli bu başarıyı mümkün kılan faktörler arasına. Abbot, karakterini sinemada örneğini pek çok kez gördüğümüz bunalımlı genç olmanın çok ötesine taşıyor ve gereksiz vurgulara başvurmayan güçlü bir oyunculuk ile o derece gerçekçi çizilmiş bir karakter koyuyor ki ortaya, kendisine “aşık” olmamak mümkün değil. Kameranın sık sık yüzüne odaklandığı, her bir mimiği sürekli kayıt altındaymış gibi görünen bir oyuncunun en ufak bir kusurdan bile uzak durmayı başaran oyunculuğuna şapka çıkarmak gerekiyor. Nixon da kendi üzerine düşeni fazlası ile getiriyor yerine ve ölüme doğru gittiğini bilen ve bundan korkan kadını yüreğinize dokunacak bir şekilde canlandırmayı başarıyor.

Josh Mond kendi annesini kanser nedeni ile kaybettiğinde hissettiklerinden ilham alarak başlamış filmin hikâyesi üzerinde çalışmaya ve filmde önemli (ama bir parça ikinci plana itilmiş görünen) bir rol de verdiği ve daha çok Kid Cudi sahne adı ile tanınan Scott Mescudi’nin müziklerini dinlemiş bol bol, senaryonun yazım süreci boyunca. Cynthia Nixon’ın da bir dönem kanserle mücadele ettiğini ve annesi aynı nedenle yitirdiğini düşünürsek, filmin yaratıcılarının hikâyede epey kişisel öğeler bulduklarını ve filmin bu derece samimi ve güçlü görünmesinde bunun da payının olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Scott Mescudi’nin orijinal müziklerinin yanında, sıkı bir soundtrack’i de olan filmin diyaloglarında da ciddi bir başarısı var Mond’un. Yalın ve doğal tüm konuşmalar ve oyuncular tarafından öylesine gerçekçi bir havada dile getiriliyorlar ki -aslında öyle olmadığı halde- doğaçlama hissi veriyorlar seyirciye. Bu gerçekçiliğin, kimi “yürek parçalayıcı” sahnelerin parçası olması etkisini daha da çoğaltıyor şüphesiz. Filmin “oğulun annenin bakımını üstlendiği” sahnelerinin tamamı müthiş bir etkileyiciliğe sahip; bir Paris hayalinin anlatıldığı sahne örneğin tüm trajik havasına rağmen tuhaf bir şekilde bir yaşam sevinci de geçiriyor seyirciye ve sevginin gücünü hatırlatıyor bize. Bir ölüm ile açılıp bir başka ölüm ile kapanan, baş karakterinin öfke, içki ve uyuşturucu ile dolu hayatını sergileyen ve onun toplumun ve sistemin kuralları ile boğuştuğu (açılıştaki cenaze evi sahnesi veya hastanenin kuralları ile boğuşulan bölüm gibi) bir hikâyenin seyirciye umut verdiğini söylemek çelişkili görünebilir ama film işte tam da bunu başarıyor. Hikâye boyunca siz de Abbott’ın karakteri ile birlikte büyüyor, güçleniyor, sevmeyi, sevginizi ifade etmeyi, kaçınılmaz olanı kabul etmeyi ve değişmeyi öğreniyorsunuz çünkü.

Sona erdiğinde filmin neden baş karakterinin adını taşıdığını çok iyi anlıyorsunuz: James White’ın ruhuna o derece derin bir şekilde giriyor ki hikâye başka bir adı hayal bile edemiyorsunuz film için. Bir büyük şehrin atmosferini (gürültüsü, hareketliliği, karmaşası ve tedirgin ediciliği ile) çok iyi yansıtan film, görüntü yönetmeni Mátyás Erdély’in el kamerasının hareketliliğinin sağladığı ürkek ve tekinsiz havadan da ciddi destek almış görünüyor. Josh Mond’un kişisel bir hikâyeyi evrensel bir sese kavuşturmasının örneği olan film görülmeyi hak ediyor kesinlikle.

(Visited 80 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir