Jurassic Park – Steven Spielberg (1993)

“Dinozorlar ve insanlar birbirlerinden 65 milyon yılla ayrılmış iki tür. Birden onları aynı ortama koyarsanız, ne olacağını kimse bilemez”

Klonlanarak yaratılan dinozorlar üzerine kurulu bir tema parkının açılışından önce yaşananların hikâyesi.

Michael Crichton’ın romanından yazarın kendisi ve David Koepp tarafından uyarlanan ve yönetmenliğini Steven Spielberg’in üstlendiği bir ABD yapımı. Gişede kazandığı büyük başarının ardından 1997 (“The Lost World: Jurassic Park” – Spielberg), 2001 (“Jurassic Park III” – Joe Johnston), 2015 (“Jurassic World” – Colin Trevorrow) ve 2018’de (“Jurassic World: Fallen Kingdom” – J.A. Bayona) seri kapsamında dört devamı daha çekilen film popüler sinemanın klasiklerinden biri oldu kuşkusuz. Spielberg’in işini bilen maharetli yönetiminin damgasını vurduğu film, onun öncüsü olduğu ve muhafazakâr sinemanın içinde değerlendirilebilecek öğeleri bolca barındırması ile tipik bir Spielberg filmi aynı zamanda. Karakterleri, olay örgüsü ve anlatım dili ile çizgi roman maceralarını hatırlatan ve buna da özellikle gayret edildiği açık olan film seyri keyifli bir çalışma şüphesiz ama sinemanın popüler olanına sıkı sıkıya yapışmış olması ile, bu sanata içerik açısından bir şey kazandırmıyor elbette.

Popüler romanların çok satan ve çok kazanan yazarı Michael Crichton’un romanının sinema haklarını kitap daha basılmadan satın almış Universal şirketi ve bunun için 2 Milyon Dolar ödemiş Crichton’a. Spielberg’in kendisinin de filmden bugüne kadar 250 Milyon Dolar kazandığı söyleniyor ki bu yüksek tutarlar karşımızdakinin bir sanat ürünü olmaktan çok bir ticari ürün olarak değerlendirilmesi gerektiğini çok net bir şekilde gösteriyor bize. Açıkçası Spielberg de bir ticari sinema örneğinin başarılı -en azından gişede- olması için ne yapılması gerektiğinin dersini veriyor film boyunca. Bilgisayar efektleri ile yaratılmış ilk yaratıklar olan dinozorların çarpıcı gerçekçiliğinden eski usul bir çizgi macera romanını hatırlatan görsel estetiğine ve elbette yönetmenin hiç vazgeçmediği ve kendi dünya görüşünün de izlerini taşıyan birtakım değerlere kadar her öğe yerli yerinde kullanılmış ve seyircinin filmden ilgisinin hiç ayrılmaması garanti altına alınmış.

Filme kaynaklık eden romanın yazarı Crichton kitabının ana esin kaynağının “bilimcilik” (bilime aşırı değer vermek anlamında) olarak tanımlanan dünya görüşünden ve genetik alanındaki araştırmalardan (klonlama vs. başta olmak üzere) duyduğu endişe olduğunu belirtmiş. Bu konudaki endişelere kısmen de olsa katılmak mümkün ve doğru elbette ama gerek yazarda gerekse Spielberg’in de parçası olduğu muhafazakâr Amerikan sinemasında bu konudaki endişeyi bir “teknofobi” olarak nitelemek gerekiyor. Gerekiyor çünkü; film bize bir yandan “bir çılgın bilim adamı”nı gösterirken, diğer yandan teknoloji ile arası hiç iyi olmayan bir başka bilim adamını kahramanı yapıyor hikâyesinin. Bu ikinci bilim adamı bilgisayar da dahil olmak üzere her türlü teknolojik alet ile kötü bir ilişki içerisinde ve öyle ki uçakta emniyet kemerini takmayı bile beceremiyor. Buna karşılık tema parkının yaratıcısının dünyası bilimcilik kavramının tam bir sembolü olarak çıkıyor karşımıza ve hikâyedeki tüm kötülükler de bu adamın hırs dolu planından kaynaklanıyor. Kuşkusuz bir bilim düşmanlığı değil burada söz konusu olan; sonuçta filmde üç de iyi bilim adamı var ve çılgın olan da dersini alıyor finalde ama anlatılan hikâyenin teknolojik gelişmelerin alıştığı düzeni bozmasından endişelenen muhafazakârların korkusunun sonucu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hikâyenin en kötü karakterinin bir bilgisayar programcısı olduğunu da unutmayalım burada.

Bir tema daha var hikâyede bize Spielberg’in varlığını hatırlatan. Çocuklar (onların masumiyeti ve tehlikeye düştüklerinde hissetmemiz gereken koruma içgüdüsü ile birlikte) ve aile olmak. İyi bilim adamımız hikâyenin başında çocuklardan hiç hoşlanmayan birisi olarak gösterilirken, bu adam önce onları korumayı sonra sevmeyi öğreniyor ve bir baba olmanın ne demek olduğunu hem kendisi idrak ediyor hem de bize hatırlatıyor. Kısacası bir başka filminde daha bize Spielberg ailenin kutsallığını ve güzelliğini gösteriyor ve hayatında bu kavramın yeri olmayan erkeklerin “eksikliğini” kanıtlıyor. Çocuklar, aile, baba, hoşlandığı erkeğin babalığa yaklaşmasını sabır, sevgi ve anlayışla bekleyen bir kadın vs. gibi unsurlar Spielberg’e inandığı değerlerin propagandasını yapabilmek için iyi bir fırsat yaratıyor özet olarak ve açıkçası bu fırsatı da çok iyi kullanıyor yönetmen. “Ağaç ev yapmayan babalar” konuşması veya ağaç evin tepesinde iki çocukla bilim adamının yalnız kaldıkları sahnenin de iyi birer göstergesi oldukları bu durum, finalde bilim adamının -muhtemelen film bunu hiç hedeflememiş olsa da- elektrikli çitlerle ilgili bir eşek şakası yapan bir adama dönüştürülmesi ile vurgulanırken, filmin adamı babalığa taşıyan yolda kendisini durduramadığını da gösteriyor bize. Bu adam ve iki çocuğun yaşadığı en büyük tehlikelerden birinin -kendisi bunun hiç farkında olmasa da- kadın bilim adamından (anneden) gelmesini de ilginç bir not olarak düşelim burada.

Val Guest’in 1970 tarihli “When Dinosaurs Ruled the Earth” filmine bir göndermenin de bulunduğu filmde, bir dinozorun yumurtadan ilk çıkışı ve ilk klonlamanın hikâyesi başta olmak üzere tüm efektler başarı ile kullanılmış ve filmin “gerçekçiliğine” ciddi bir katkı sağlıyorlar. Depoda geçen “yaratık” sahnesi veya yavru dinozorlarla olan gerilimli ve esprili bölüm gibi anları ile de dikkat çeken film sonlarda aksiyona biraz fazla boğulmuş görünüyor. Oyuncu kadrosunun hikâyenin önüne geçmeyen, belki daha doğru bir ifade ile söylersek, geçemeyen performanslarının idare ettiği filmde Richard Attenborough on dört yıl sonra sinemada tekrar oyuncu olarak bir rol üstlenmiş. John Williams’ın imzasını taşıyan -ve elbette görkemli tanımlamasını hak eden- müziği, set tasarımları ve Dean Cundey’in görüntüleri ile de önemli olan film, bir sinema ustasının parlak bir ticarî örneğin nasıl oluşturulacağı konusunda dersler verdiği bir çalışma özet olarak. Hikâyenin basitliği ve başta Malcolm adlı bilim adamı olmak üzere karakterler üzerinde pek de düşünülmemiş havası veren yüzeyselliği Hollywood’un bizi nasıl eğlendirdiği ama bunu standart ikiyüzlülüğünden hiç vazgeçmeden yaptığı konusunda da iyi bir örnek aynı zamanda: Para hırsını tüm kötülüklerin anası olarak gösterip bu gösteriden bolca para kazanmayı hedeflemek gibi.

(Visited 167 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir