La Piel que Habito – Pedro Almodóvar (2011)

“Elimde bir tek bunlar kaldı: Senin ve benim sözlerimiz”

Yapay deri üreten bir plastik cerrahın geçmişindeki trajik olayları da kapsayan gizemli hikâyesi.

Pedro Almodóvar’dan karanlık bir hikâye. Tanrı rolünü üstlenen plastik cerrahın intikam, tutku ve seks dolu bu hikâyesi sık sık melodrama da göz kırpan yapısı ile hem yönetmenin tipik çalışmalarından biri hem de dayandığı romanın karanlık yanından kaynaklanan atmosferi ile onun için yeni bir alanı da işaret ediyor. İlgi çekici olduğu tartışmasız olan film yine de kimi önemli kusurları barındırması ile, isminden yola çıkarsak, anlattığı derinin altına yeterince giremeyen ve derinlik anlamında sıkıntısı olan bir çalışma.

Fransız yazar Thierry Jonquet’in “Mygale” adlı romanından yola çıkarak yönetmen ve filmin de yapımcısı olan kardeşi Agustín Almodóvar tarafından senaryosu yazılan film, finale kadar tam netleşmeyen hikâyesi ile seyircisini sürekli şaşırtan ve bu şaşkınlığın sonucu olarak da bir yandan kendisini ilgi ile seyrettiren ama diğer yandan da anlamsızlıkların dozunun kaçtığı duygusunu yaratarak seyirciyi uzaklaştıran bir çalışma. Korkunun, karanlığın ve sapıklığın egemen olduğu hikâyenin sona doğru net bir biçimde ortaya çıkan ama tüm film boyunca sık sık karşımıza çıkan öğeleri ile kendisini alttan alta hep duyuran melodramını ne kadar iyi taşıyabildiği oldukça tartışmalı açıkçası. Son sahnede kendisini gerçek kimliği ile tanıtan bir karakterin adeta bir Douglas Sirk melodramını hatırlatan hikâyesi ve bu sahnenin içerdiği melodram ve trajedi, o ana kadar olan bitenin yoğunluğu ve seyircinin kafasını sürekli karıştırıp her defasında farklı açıklama üretmesine neden olan senaryonun yapısı nedeni ile yorulmuş seyirci üzerinde taşıdığı potansiyel etkiyi gösteremiyor ve nerede ise komediye yol açıyor aksine. Alberto Iglesias’ın filmin atmosferi ile hayli uyumlu ve hikâyedeki her farklı duyguyu, korkudan drama, destekleyen müziği eşliğinde anlatılan filmin senaryosu bir yandan da ele aldığı karakterleri ne örneğin kimi korku filmlerindeki gibi derinliksiz bırakıyor ne de bu karakterleri yeterince derinleştirebiliyor. Böyle olunca da ne karakterlerin kendisine ne de filmin karakterlerden bağımsız olarak atmosferine odaklanmayıp iki arada bir derede kalmış görünüyor Almodóvar kardeşlerin senaryosu. Benzer bir konusu olan ve bu tür kusurlardan arınmış bir örnek olarak Georges Franju’nun “Les Yeux sans Visage” filmi hatırlanırsa, Almodóvar’ın filminin problemi çok daha iyi anlaşılabilir diye düşünüyorum.

Kaplan kostümlü kıyafet giyen adamdan sık sık karşımıza gelen tüm o resim ve heykellere, film Almodóvar’dan beklenecek bir “camp” havasını da taşıyor kuşkusuz. “Camp” havası ile kastettiğim komiğin ve kitsch duygusunun karışımı. Sonuçta karşımızdaki sinemanın yaramaz çocuklarından biri olan Almodóvar. Onun hemen tüm filmlerinde hissettiğim ama burada daha da fazla rahatsız eden ise filmin bu “camp” havasının hikâyeye uymaması ve bir yandan seyirciyi meraklandırmaya çalışan ve bir ölçüde de bunu başaran ama öte yandan bu stil seçiminin hikâyenin ciddiyetine darbe vurmasına engel olamayan Almodóvar’ın tercihleri. Adeta yönetmen hem gerilim duygusunu yaratmaya hem bu duyguyu kırmaya çalışmış, hem Franju’nun filmindeki havanın benzerini oluşturmaya hem de seyircinin bu havanın etkisine kapılmaya engel olmaya uğraşmış gibi görünüyor. Bu çelişkinin sonucunda ortaya işte bir yandan klasik resim sanatının örneklerine öykünen ama öte yandan örneğin bir Dali resmindeki fırça darbelerinin ağır bastığı bir film çıkmış denebilir. Belki de bunca gösteriş yerine çok daha sade bir hikâye ve sade bir atmosfer ile film çok daha çarpıcı olabilirmiş diye düşünmemek elde değil.

Antonio Banderas’ın idare eder bir şekilde canlandırdğı cerrahın klasik sinemanın deli doktorlarından biri olmaması filmin doğru tercihlerinden biri olarak görünüyor. Bu şekilde kendisinin özellikle intikam duygusu ve trajik kayıplarından kaynaklanan geçmişi tekrar canlandırma çabası çok daha inandırıcı oluyor ve seyircinin karakterin karşısına geçmemesini sağlayan ve bir anlamda onu cerrahın yanında da tutan tercihi ile film ilgiyi ve özdeşlemeyi ayakta tutuyor. Bu başarı yine de filmin kimi anlarında bayağı görünmesine engel olamıyor; evet hemen tüm Almodóvar filmlerinde vardır bu özellik ama finalde Vincente/Vera karakterinin gözyaşlarına eşlik etmek yerine huzursuz bir gülme arzusu hissettiriyorsa bu hava, ortada bir ciddi problemin olduğu da açık. Sirk’in melodramının üzerine eklenen Franju atmosferi kimileri için sorun yaratmamış görünüyor ama kişisel olarak bu kombinasyonun sadece filmin rahatsız eden “camp” havasını doğuran asıl neden olduğunu düşünüyorum.

(“The Skin I Live in” – “İçinde Yaşadığım Deri”)

(Visited 166 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir