On Golden Pond – Mark Rydell (1981)

“O, yaşlı bir aslan gibi; hâlâ kükreyebildiğini kendisine hatırlatması gerekiyor”

Yazı geçirmek üzere göl kıyısındaki evlerine gelen yaşlı bir çift ve ziyaretlerine gelen kızları, sevgilisi ve sevgilisinin oğlunun hikâyesi.

ABD’li yazar Ernest Thompson’un kendi tiyatro oyunundan senaryolaştırdığı, Mark Rydell’ın yönettiği bir ABD – İngiltere ortak yapımı. Thompson’ın 2001’de televizyona da uyarlanan oyunu ilk kez 1979’da sahnelenmiş ve oldukça da beğenilmiş; sinemadaki bu uyarlaması da aday olduğu on Oscar ödülünden üçünü (uyarlama senaryo, erkek oyuncu ve kadın oyuncu) kazanmıştı. Hem zamanında hem de bugün filmi çekici kılan asıl olarak oyuncuları ve onların performansları olsa gerek; buna ek olarak bir de bu oyunculardan ikisinin kendi aralarındaki gerilimli baba – kız ilişkisinin bir benzerini canlandırmış olmalarıydı seyirciyi filme çeken. Sinemanın iki dev oyuncusu Katharine Hepburn ve Henry Fonda yaşlı çifti canlandırırken, Fonda’nın gerçek hayattaki kızı, bir başka büyük oyuncu Jane Fonda da bu çiftin kızlarını oynuyor filmde. Yaşlı oyuncular Oscar’ı alırken, Jane Fonda adaylıkla yetinmişti o yıl. Dave Grusin’in -yine Oscar’a aday olan- müziğinin dikkat çektiği, Billy Williams’ın başarılı -ama Mark Rydell’ın Hollywoodvari bir tercihle sık sık kartpostal havasında kullandığı- görüntüleri, oyundan gelen sağlam diyalogları, oyunun havasını yitirmeden sinema karşılığını üretmiş olması ve Rydell’ın yalın yönetmenliği ile ilgiyi hak eden film, tüm bunların yanında bir televizyon filmi havasının ötesine pek geçememesi ve daha da önemli olarak hikâyenin hangi formüllere göre ilerleyeceğinin fazlası ile öngörülebilir olması gibi ciddi kusurlara da sahip. Ne hikâyesini ne de karakterlerini zorluyor ve aksine hep garantili sularda ilerliyor film ve bu açıdan aslında güçlü bir sinema tadı da vermiyor. Ne var ki film popüler sinema tercihi ile bunu dert etmiyor zaten ve özellikle de Hepburn ve Fonda(lar) üzerine yapıyor yatırımını ve karşılığını da alıyor.

Güzelliği fazlası ile vurgulanan bir göl evinin salonunda, etrafında ve gölde geçiyor hikâyenin hemen tamamı. Bir parça huysuz, rekabetçi ve 80’nine girmek üzere olan bir emekli profesör ve eşi yazı geçirmek üzere eve yerleşirken, bir yandan da babasının doğum günü için oraya gelecek olan ve onunla arası hep soğuk olmuş boşanmış kızlarını ve yeni erkek arkadaşını bekliyorlar. Yazı orada geçirmek anlaşılan uzun bir süredir tekrarlanan bir rutin ve iyi kötü pek çok anılar yaşanmış orada. Açılış sahnesi ile iki yaşlı karakterini ustaca bize tanıtan film sonrasında Amerikalılar’a özgü bir yüzleşme ve barışma hikâyesi olarak ilerliyor ve bu açıdan da pek orijinal bir içerik sergilemiyor. Film gösterime girdiği tarihte çekiciliğinin büyük bir kısmını ilk ve son kez bir filmde birlikte rol alan Katharine Hepburn ve Henry Fonda ikilisinin varlığından ve Jane Fonda’nın babası ile gerçek hayatta da benzerini yaşadığı sorunlu ilişkisinin sinema karşılığı olmasından almıştı. Thompson’ın su gibi akan diyalogları bu üç usta oyuncunun ağzından duyulduğunda daha da sağlam geliyorlar kulağa ve hayli çekici oluyorlar kesinlikle. Son sinema filminde oynayan ve kısa bir süre sonra ölen Henry Fonda ve sadece varlığı ile bile perdede güçlü bir cazibe merkezi olabilen Hepburn’ü seyretmek sonsuz bir keyif elbette ve sadece bu bile filmi görülmesi gerekli sınıfına sokmak için yeterli. İki oyuncunun yılların birikimini karakterlerine nasıl yedirdiklerine ve sade oyunculuklarla nasıl müthiş bir gerçekçilik yaratabildiklerine tanık olmak tam bir keyif ve yönetmen Rydell da bunun farkında olduğundan tüm çabasını onlar üzerinden gösteriyor bize. Jane Fonda da sağlam bir oyun veriyor ama senaryonun bazı Amerikanvari klişelerinin de kurbanı oluyor zaman zaman.

Genç karakterlerin her zaman öne çıktığı bir sinema dünyasında iki yaşlı insanın ön planda olduğu bir hikâye -ticarî sinemanın tüm gereklerine uyarak da olsa- anlatması şüphesiz filme bir değer katıyor; yaşlanıp ölüme yaklaşıyor olmanın neden olduğu duyguların ve özellikle de öfkenin hikâyede öne çıkıyor olması da önemli. Keşke tüm bunlar “büyükler için çekilmiş bir aile filmi” havasından daha uzak bir film ile karşımıza gelseydi ve hikâyedeki karakterler ve çatışmaları bizi bir parça “kışkırtabilseydi”; aksine finaline doğru giden gelişmelerin en iyi örneği olduğu biçimde hiç şaşırtmadan ve kolay çözümlerden hiç şaşmadan ilerliyor film. Zaman zaman seyircinin gözlerini yaşartmayı hedefleyen ve bunu başaran, finaldeki rahatsızlanma sahnesinin örneği olduğu gibi oyuncuların şovu için özel tasarlanmış bölümlerle dolu olan bir film bu ve sanatsal kaygılardan ziyade biraz üzülmek, biraz gülmek ve biraz da mutlu olmak için tasarlandığı açık. Henry ve Jane Fonda’nın ilk ve son kez birlikte yer aldığı filmin, bu son çalışmasından sonra erken bir yaşta ölen kurgucu Robert L. Wolfe’un anısına ithaf edildiğini de hatırlatalım ve kusurlarına rağmen ilgiyi hak ettiğini ekleyelim son olarak.

(“Altın Göl”)

(Visited 144 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir