Stargate – Roland Emmerich (1994)

stargate“Medeniyetinizi ben yarattım. Şimdi onu yok eden de ben olacağım”

Dünyadan bir başka gezegene geçiş yolunun kapısı olan “Yıldız Geçidi”nin bulunması ile gelişen olayların hikâyesi.

Görkemli ama boş filmlerin ustası Roland Emmerich’ten senaryosunu Dean Devlin ile birlikte yazdığı bir bilim kurgu ve aksiyon filmi. ABD ve Fransa ortak yapımı olarak çekilen film efektleri, iddialı ama pek bir anlamsız hikâyesi, opera havalı ve yine iddialı müziği ile kendine hayranlar oluşturmuş ve daha sonra televizyon dizisi olarak devamı da çekilmiş bir çalışma. Başrollerdeki James Spader ve Kurt Russell’ın klişe karakterleri içinde sıkışıp kaldığı film elbette meraklıları için ilgi çekici olmuştur/olacaktır ama filmin tek olumlu öğesi kötü senaryoya rağmen varlığı ile dikkat çekebilen Jaye Davidson olarak görünüyor.

James Spader’ın “berbat” bulduğu senaryosuna rağmen oynamayı -para için- kabul ettiği filmdeki karakteri bir profesör (elbette gözlüklü ve fiziksel olarak zayıf çiziliyor ama hikâyenin ilerleyen bölümlerinde eli iyi silah tutan bir aksiyon kahramanına da dönüşüveriyor) ve 1928’de Mısır’da arkeolojik kazılar sırasında keşfedilen -ve hikâyenin geçtiği 1990’lı yıllara kadar nerede tutulduğu ve onca yıl üzerinde kimin nasıl çalıştığı konusunda seyirciye bir bilgi verilmeyen- “dev bir tekerlek” aracılığı ile başka bir gezegene gidiyor, bir subay olan Kurt Russell’ın komuta ettiği askerlerle birlikte. Russell’ın karakterinin ilk göründüğü sahne aslında filmin düzeyi açısından da yeterli bir fikir veriyor seyredene: Korkunç bir trajedinin travması içinde olan ve evine kapanan adamın görüntüsü, onu göreve çağıran askerlerin konuşmaları ve adamın görevi kabul etmesine tanık olduğumuz bu sahne hikâyenin arsızca tüm klişeleri üzerimize boca edeceğini çekinmeden gösteriyor bize. Filmin bundan sonrasını seyredip seyretmeyeceğinize karar vermek için kritik bu sahne ve sonrasında eziyet mi çekeceğiniz yoksa Hollywood tarzı bir ticarî saçmalığın “tadına mı varacağınız” size kalmış. Arada hafif bir mizaha da başvuran filmi seyrederken acaba film takındığı ciddi tavrı tamamı ile bir kenara bırakıp bir komedi mi olsaymış diye düşünmemek elde değil açıkçası.

Profesörün aşk ihtiyacını karşılayacağını, askerin de kaybettiği çocuğunun yerini alabilecek bir yakınlık bulacağını daha baştan sezinlediğiniz film, Mısır’daki kazı alanında açılırken elbette fonda bir ezan sesi duyuyoruz. Ezanın “egzotizm”ine başvurmaktan sıkılmadı Hollywood ve sıkılmayacak kuşkusuz ve işte bu ilk görüntüden başlayarak kimi yukarıda belirtilen tüm klişeler birer birer karşınıza çıkıyor filmde. Profesör alerjisi olan, gözlük takan, savruk ve tezlerini kimseye anlatamayan bir karakter örneğin veya ordu elbette kendi ajandası olan bir tehlikeli kurum. Küçük bir kızın –üstelik babası kazıyı yöneten- kazı alanında bulunan bir madalyonu öylesine cebine atıvermesini de ekleyelim bu saçmalıklara. Ne var ki tüm bunların ötesinde film çok daha tehlikeli bir klişeyi kullanması ile rahatsız ediyor: Yüzlerce yıldır köle olarak yaşayan insanların “kahraman beyazlar” tarafından bilinçlendirilmesi ve kurtarılmaları. Bir bilimkurgunun içine bile bunu sokuşturabilmek tam bir Hollywood mahareti kuşkusuz. Genelde başarılı olan efektlerin yer aldığı film “akıllı” bir şekilde oryantal bir hava da yaratıyor ve beyaz adamı temizleyen “vahşi” kadınlardan, aynı adama sunulan/armağan edilen kadına pek çok örneği olan sahne ile “vahşileri kurtaran beyaz sahipler” klişesini yüzümüze çarpıveriyor. Olumlu bir tercih olarak, beyaz adamın yardımı ile de olsa en azından ayaklanan ve “tanrı”yı deviren ezilmiş halklara tanık oluyoruz ama finalde profesörün seçimi bu vahşi halkın bu kez “beyaz bir Tanrı” ile hayatını sürdüreceğini gösteriyor ki bu da işte o olumlu puanı alıp götürüveriyor.

Mısır’ın gizemli piramitlerinin arkasındaki “gerçeği” ve güneş tanrısı Ra’nın kimliğini “öğrenmemizi” sağlayan hikâyenin ciddiye alınacak bir yanı yok elbette. Buna karşılık Arizona çöllerinden yakalanan görüntüleri dikkat çeken filmin diyaloglarının zayıflığı da hayli olumsuz bir nokta. Özellikle askerler arasındaki konuşmalar benzeri birkaç Amerikan filmi seyretmiş herhangi birisinin bir çırpıda yazıvereceği türden hayli tanıdık ve sıradan bir içeriğe sahip. 1992 yılında “The Crying Game – Ağlatan Oyun” filmindeki unutulmaz rolü ile sinemaya adım atan ama gördüğü ilgiden bunalıp tüm oyunculuk kariyerini iki sinema ve bir televizyon filmi ve bir de bir kısa film ile kapatan Jaye Davidson hikâyenin tek ilgiye değer karakterini canlandırırken, deforme edilen sesinden pek de iyi yazılmamış diyaloglarına kadar pek çok olumsuz öğeye rağmen filme renk katıyor ve karakteri için çok doğru olan bir şekilde “başka bir dünyaya ait olma”yı başarıyor.

(“Yıldız Geçidi”)

(Visited 82 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir