The Last Mile – Howard W. Koch (1959)

“Beni sonra öldürmek için önce doktor bulup yaralarımı iyileştirmelerine izin verme. O korkunç beklemeyi bir daha asla yaşayamam”

Elektrikli sandalyede infaz edilmeyi bekleyen mahkumların isyanlarının hikâyesi.

John Wexley’in tiyatro oyunundan Milton Subotsky ve Seton I. Miller ikilisinin uyarladığı senaryodan Howard W. Koch’un yönetmenliğinde çekilen bir ABD yapımı. Aynı oyun 1932’de de Samuel Bischoff tarafından sinemaya uyarlanmış ve her iki film de oyundan gelen sağlam malzemenin de katkısı ile önemli bir çalışma olmuş. Bu hapishane filmi özellikle çekildiği yıl göz önüne alınırsa şaşırtıcı bir şekilde tüm olan bitene mahkumların gözünden bakması ve hikâyesini onları yargılamadan anlatması ile dikkat çekiyor. Güçlü bir takım oyunu ile daha da keyifli olan film kısıtlı mekanına rağmen yönetmenin ve başarılı siyah beyaz görüntülerin sahibi olan Joseph C. Brun ve Saul Midwall ikilisinin becerisi ile kendisini ilgi ile seyrettiren, sosyal ve toplumsal boyutu da olan bir eser olmuş. Bir başyapıt değil kesinlikle ama 50’lerin Amerikan sinemasından eli yüzü düzgün bir film karşımızdaki.

Gerçek olaylardan esinlenen hikâye her biri elektrikli sandalyede infaz edileceği günü bekleyen, bu arada bir ertelemenin umudu ile örülü korkunç bir bekleyişin pençesinde kıvranan mahkumları ve onlara pek de insanca yaklaşmayan gardiyanları ele alıyor ilk yarısında. Gördükleri aşağılayıcı muamelenin neden olduğu isyanı ve sonuçlarını ise filmin ikinci yarısında izliyoruz. Hikâye öncelikle birtakım klişelerden kaçınması ile dikkat çekiyor. Mahkumları ve hayatlarını tek tek bize anlatmaktan uzak durması ve daha da önemlisi gerçekten suçlu olup olmadıkları ile ilgilenmemesi çok doğru bir tercih olmuş. Senaryo bunların yerine çok doğrudan olmasa da ölüm cezası üzerine düşünmeyi sağlayacak şekilde “öldürülmeyi bekleyen” insanların psikolojisine odaklanmayı tercih ediyor. Bu korkunç psikolojinin altında ezilen insanlara hapishane görevlilerinin yaklaşımını da net bir tavır alarak eleştiriyor filmimiz. Burada filmin iki kusurunu da belirtmek gerek; birincisi açılış jeneriğinden hemen önce görüntüye gelen ve artık Amerikan infaz sisteminin çok daha insanca olduğu ve seyredeceğimiz hikâyenin bugünün (1959’un) bir örneği olarak görülmemesi gerektiğini belirten uyarı. Bu uyarının hem sistem eleştirisi yapmıyorum demek (Hollywood’un pek sevdiği bir şey değil elbette bu) hem de ve daha önemlisi sansürde problem yaşamamak için eklendiği açık filme ama özellikle de bugünün bakışı ile rahatsız ediyor. İkinci problem ise mahkumları çok başarılı bir şekilde anlatan filmin gardiyanlarda o denli ince düşünmeyerek zaman zaman kolaya kaçmış olması. Görevlilerin mahkumlara davranışlarındaki alçaltıcı yan daha iyi anlatılabilirdi diye düşünüyorum.

Nerede ise tamamı sekiz mahkumun hücrelerinin yer aldığı bir koğuşta geçen filmde yönetmen Koch mekanın getirdiği doğal kısıtları çoğunlukla başarı ile aşmış görünüyor. Siyah beyaz görüntülerin ve kamera açılarının çekiciliği ve Koch’un sık sık ama hemen her defasında doğru bir tercih ile başvurduğu yakın planlar filme nefes aldırıyor. İkinci yarıdaki aksiyon havasından mahrum olan ilk yarının nefes ihtiyacını hemen her zaman karşılamış filmin yaratıcıları kısacası. Senaryonun karakterlerin kişiliklerine doğrudan değil psikolojileri üzerinden yaklaşması da bu başarılmış dinamizmin bir başka nedeni olarak görünüyor. Hikâyenin Tanrı’ya inancı ve rahibin inancı olanın korkmayacağı fikrini de nerede ise taraf tutmadan tartışmaya açması ve üstelik bu tartışmada mahkumu korkuları ve öfkesi ile daha insana özgü bir profil ile çizerken rahibi soğuk ve hatta katı olarak göstermesi de hayli ilginç. İlk yarısında mahkumların yaşadığı korkuyu ve bunun yalvarmaktan öfkeye kadar uzanan sonuçlarını anlatırken ikinci yarıda rolleri değiştirip onların yerine gardiyanları koyarak çarpıcı bir zıtlığı da karşımıza getiren filmin, mahkumların yanında durduğunu gösteren çarpıcı bir örnek ise ölenin/öldürülenin mahkum veya gardiyan olmasına göre gösterdiği farklı tavır; mahkumların ölüm anları hemen hep bir trajedi anı olarak uzun sürelerde gösterilirken, gardiyanların ölümü hemen olup bitiveriyor. Cezaevi yöneticisinin isyan eden mahkumların isteğini sadece diğer cezaevlerindekilere örnek olur diye kabul etmediğinin açıkça gösterilmesi de filmin takdir edilmesi gereken yanlarından biri.

Hikâyeye eşlik eden Van Alexander’ın caz ağırlıklı müziğinin hikâye ve karakterler için biraz fazla “entelektüel” kaçtığını ve daha çok bir kara filme uygun olduğunu söylemek gerek. İkinci yarısında aksiyonun ağır basması ile filmin kendisini farklı kılan öğelerden uzaklaşarak bir parça sıradanlaştığını ve ilk yarısındaki tüm karakterlere eşit ağırlık veren yaklaşımı terk edip nerede ise Mickey Rooney’in canlandırdığı isyanın liderinin tek kişilik şovuna dönüşmesinin yanlışlığını da buna ilave edelim bir başka problem olarak. Küçük bir bütçe ile çekilen bu alçak gönüllü filmin Tennyson’un Kral Arthur efsanesindeki Elaine karakterinden esinlenen “The Lady of Shalott” adlı şiirinin eşlik ettiği hayli dokunaklı sahnenin yanında karakterlerden birinin rahibin yanında diz çökerek ve kollarını olabildiğince açarak Tanrı’ya yakardığı sahnenin trajedisi gibi pek çok başarılı anı da var. Çoğu televizyon dünyasından olan oyuncularının başarısı ile de ilgiye değer bir film karşımızdaki özet olarak.

(“Son Mil”)

(Visited 104 times, 6 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir