The Slender Thread – Sydney Pollack (1965)

“Beni dinle, Inga ve lütfen dediğimi doğru anla. Kafam derslerden patlayacak durumda. Bu gece bu telefonu açmadan önce bir sürü derse girdim. O yüzden başka derse ihtiyacım yok, anlıyor musun? İyi insanlara ihtiyacım var ama. Duvarların üzerine geldiğini hissediyorsun, ben de hissettim bunu. Görmezden gelindin ya da insanlar doğrudan yüzüne bakmadılar bile, ben de yaşadım bunu. Acı çektirdiler veya hoşgörü gösterdiler, bana da oldu. Tamam mı? Kötü zamanlar bunlar, her şey çürümüş durumda. Senin gözünde dünya bir kül yığını. Peki ama alternatifi ne? Sana soruyorum, Inga, tanrının adına, alternatifi ne? Her nefes aldığımda, aldığım her nefes ve her yudumda sanki kabarcıklar var, sanki katılar. Neden elini uzatıp bana yaslanmıyorsun ve benim hissettiğimi hissetmiyorsun? Neden benim dünyama gelemiyorsun?”

İntihar amacı ile hap alan bir kadın ve onun son bir sohbet için aradığı acil yardım hattındaki gönüllü bir öğrencinin hikâyesi.

ABD’li gazeteci Shana Alexander’ın Life dergisinde yayımlanan ve gerçek olaylara dayanan bir makalesinden uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryosunu Stirling Silliphant’ın yazdığı filmin yönetmenliğini televizyon dizileri ile başladığı kariyerindeki ilk sinema filmini çeken Sydney Pollack üstlenmiş. Başrollerde çekimlerden bir yıl önce Oscar kazanan Sidney Poitier ve iki yıl önce bu ödülü alan Anne Bancroft’un paylaştığı film gösterime girdiğinde gişede başarı sağlayamamıştı. Caz temalı müziklerini Quincy Jones’un hazırladığı film bugün iki başrol oyuncusunun yanısıra, ilk sinema filminde klasik Hollywood’dan uzak bir yönetmenlik araştırması içine girmiş görünen Pollack’ın çalışması ile ilgi çekecektir. Zaman zaman bir melodram havasına bürünse de ve intihar girişiminde bulunan bir insana yardım etmek için ayaklanan tüm kişi ve kurumları bir parça mekanik (bir parça abartı ile söylersek bir “kamu spotu” havasında) bir kurgu ile anlatsa da ilginç bir çalışma bu. İki yıldızını hiçbir sahnede bir araya getirmemek gibi farklı bir tercihte bulunan film, serbest bir havaya büründüğü anlardaki anlatımı ve başrolleri biri siyah biri beyaz olan iki yıldıza verebilme “cüret”ini göstermesi ve bu tercihinin sonucu olan kimi başka unsurları ile de ilgiyi hak ediyor.

Seattle’ın havadan çekimi ile açılıyor film ve açılış jeneriğine eşlik eden görüntüler iki baş karakteri bize ilginç bir şekilde aktarıyor. Quincy Jones’un hikâyenin “şehirli” havasına çok uygun ve fazlası ile “caz” bir hava takındığı zamanlar hariç hayli başarılı müziğinin desteklediği görüntüler fıskiyeli bir havuzun kenarında duran ve suya hüzünlü bir biçimde bakan kadın ile şehrin bir başka noktasındaki bir üniversite öğrencisi arasında gidip geliyor. Kadının mutsuzluğuna, erkeğin ise çalışkanlığına (gönüllü çalıştığı kliniğe arabası ile giderken bir yandan da gözü ders kitabında olan bir öğrenci bu) tanık olduğumuz bu giriş sahnesinde -filmin her anında tercih etmediği- üslupçu bir hava kendisini gösteriyor. Kamera gökyüzünden yere kadar iniyor veya tersine yükseliyor, şehrin bir noktasından diğerine atlıyor vs. Bu üslupçu havayı her zaman takınmıyor film; Sydney Pollack sanki klasik Hollywood anlatım dili ile kendisine özgü bir dili oluşturma çabası arasında net bir tercihte bulunmamış veya bulunamamış gibi görünüyor daha çok. Açılıştaki farklı havanın bir benzerini diskotekteki dans sahnesinde de görüyoruz ki filmin doruk anlarından birisi bu bölüm. Kocasından hep gizlemiş olduğu “günah”ının ortaya çıkmasından tedirgin kadın ve kızgın/kırgın kocasının iki arkadaşları ile birlikte gittikleri bu yerde çılgınca dans eden gençleri izlemeleri, kadın ile kocası arasında dile dökül(e)meyen gerginlik, kadının eğleniyor olduğunu gizle(ye)memesi, kocanın duyduğu rahatsızlık gibi unsurları ve ana karakterlerin ruh hallerinin bulundukları ortamın arsız ve gamsız havası ile çelişiyor olmasını akıllıca kullanıyor Pollack ve gerçekten farklı ve keyifli bir sahne yaratıyor. Kadının dans edenleri seyrederken hayal ettiği “erotik görüntü” hem filmin geri kalan bölümü için taşıdığı önem hem de klasik Hollywood sinemasından uzak mizanseni ile hayli ilgi çekici.

Tecrübeli çalışanın oğluyla vakit geçirebilmek için ayrılması nedeni ile klinikte yalnız kalan genç adamın ilk sözü “Biriyle konuşmalıyım” olan kadının telefonuna cevap vermesi ile başlıyor bir çeşit zamana karşı yarış hikâyesi anlatan bu film. Bu zamana karşı yarış filmde zaman zaman mekanik bir havanın doğmasına neden olmuş ki hikâyenin genel başarısına gölge düşürüyor bu durum. Klinik çalışanları, polis, telefon idaresi (arayan numaranın kimliğini tespit etmenin epey zahmetli ve uzun bir süreç olduğu günler bunlar), sahil muhafız ve hatta itfaiyenin dahil olduğu bu yarış filme Pollack’ın diğer çabalarının aksine klasik bir hava katıyor ki filmin ihtiyacı olan bu değilmiş kesinlikle. Yine de Poitier ve Bancroft’un oyunculukları ve yönetmenin kamera hareketleri ile sağladığı dinamizm bu bölümleri kurtarıyor çoğunlukla. Duvarında “Her iki dakikada bir Amerikalı intihara teşebbüs eder” yazısı (2016 tarihli bir istatistik her on dakikada bir girişim olduğunu söylüyor) bulunan klinikte çalışan acemi ve gönüllü genç rolünde Poitier sahnelerinin büyük bir kısmında bir telefona konuşuyor; çünkü hapları içen bir kadın bir otel odasından arıyor onu ve hikâyenin sonuna kadar da iki oyuncu asla bir araya gelmiyor. İki oyuncu açısından da zor bir durum bu aslında: Poitier çoğunlukla bir ahizeye karşı oynarken, Bancroft da sık sık sadece sesini veriyor hikâyenin emrine ve kesinlikle her ikisi de başarı ile kalkıyor bu yükün altından. Poitier’ın kadının zorlaması ile kahkaha attığı sahne (kahkaha atmanın bir oyuncu için zorluğunun üzerine bunu bir de hikâyenin akışı gereği zorlama ile yapmasının zorluğunu ekleyin) ve öfkeden umutsuzluğa ve umuda gidip gelen anlardaki performansı ile Bancroft’un hep acı çeker gibi görünen gözleri ve örneğin sahilde bir kuşu ölmekten kurtarma telaşına düştüğü andaki oyunculuğu kesinlikle göz dolduruyor.

Temel olarak üç farklı koldan ilerliyor hikâye: Genç adamın kadını kurtarabilmek ve hayatta tutabilmek için gösterdiği çaba, kadının yerini saptamaya ve ona ulaşmaya çalışan tüm görevliler ve öncesinde yaşadıkları ve bugünü ile kadının kendisi. Film bu üç unsuru aksamayan bir kurgu ile karşımıza getiriyor çoğunlukla ve görüntü yönetmeni Loyal Grigss’in siyah ve beyazın çekiciliğinden ve imkânlarından ustaca yararlanan görüntülerinin katkısı ile özellikle geçmişte olanları anlatan sahnelerde yüksek bir sinema düzeyi yakalıyor. Steven Hill’in başarılı bir sadelikle oynadığı kocanın balıktan döndüğü sahnede onunla kadın arasındaki sahne, mizanseni, oyunculuklar ve sessizliğin ya da kesik konuşmaların egemen olduğu diyalogları ile hayli başarılı örneğin. Geçmişine görsel olarak, bugününe ise uzun süre sadece sesi aracılığı ile tanık olduğumuz kadının “bugün” ilk kez göründüğü ânın uzun süre geciktirilmesinin ve sonra çok doğru bir zamanda kullanılmasının takdiri hak ettiğini söylemekte yarar var.

Bir romantik ilişki söz konusu olmasa da “beyaz kadın”ı kurtaranın “siyah erkek” olması ticari açıdan cesur bir seçim olarak görülebilir şüphesiz; benzer şekilde bu yazının girişinde yer alan sözleri söyleyenin o siyah adam olmasını ve bu sözlerin onun rengi nedeni ile yaşadığı zorlukların açık bir ifadesi olmasını da övmek gerekiyor. Belki filmin sonunda adamın kadının yanına gitmeyi ret etmesi “beyaz seyirci”yi rahatlatmış olabilir ama bunun özellikle düşünülmüş bir şey olmadığı açık.

Bazen biri ile, hatta herhangi biri ile konuşabilmenin ne kadar öenmli olduğunu vurgulayan hikâyeye kaynaklık eden makalenin yazarı Shana Alexander’ın kendi kızının filmden kırk yıl sonra, 25 yaşındayken intihar ettiğini ve disko sahnesinde yer alan müzik grubunun 1965 ile 1967 arasında varlığını sürdüren The Sons of Adam olduğunu ama bu sahnede kullanılan müziğin onlara ait olmadığını da söyleyelim ve Pollack’ın bu ilk sinema filmini görmekte yarar var diyelim son olarak.

(“Seni Yaşatacağım”)

(Visited 504 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir