Ulusal Sinema Kavgası – Halit Refiğ

ulusal sinema kavgasiSinemamızın sadece üretmekle yetinmeyip, üretimini düşünceye dayalı bir sürecin sonucu kılan ve anlatacak bir derdi olan sanatçılarından Halit Refiğ’in “Ulusal Sinema” başlığı ile özetlediği sinema anlayışı ile ilgili yazılarının toplandığı kitap. Bazıları daha önce yayımlanmış (ne yazık ki hangi gazete veya dergiler olduğu belirtilmiyor kitapta) bazıları ise doğrudan bu kitap için yazılan yazılarda Refiğ sadece sinema üzerine değil, Ulusal Sinema yaklaşımını açıklayacak şekilde Türk toplumunun tarihi, ülkede o dönemdeki sanat ve düşünce anlayışları, halk ve aydın ikilemi, Batı ve Doğu kültürlerinin farklılıkları gibi alanlara da uzanıyor ve anlaşılan o döneme özgü bir biçimde hayli sert ve zaman zaman da ağır sözlerle fikir ayrılığı içinde bulunduğu kimi aydınlara çatıyor. Kitaptaki yazılar 1965 ile 1971 yılları arasında yazılmış ki bu yıllar hem Refiğ’in kendisi için hem de ele aldığı konular açısından Türkiye için önemli tarihler. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra kabul edilen yeni anayasanın doğurduğu (ve çok da uzun sürmeyen) özgürlükçü hava sadece Refiğ için değil, Türk sinemasının kendisi için de bir çıkış dönemini başlatmış ve klasiklerin önemli bir kısmı o tarihlerde çekilmişti. 1965 yılında yapılan seçimleri sağı temsil eden Adalet Partisi’nin aydınların hiç öngörmediği bir şekilde tek başına iktidara gelecek şekilde kazanmasının yarattığı şaşkınlıkla da Refiğ de bir sorgulama içine girmiş adeta ve Ulusal Sinema diye adlandırdığı anlayışı oluşturmaya, açıklama ve savunmaya başlamış.

Ulusal Sinema’nın Türk toplumunun yüzyıllara uzanan köklerinden beslenmesi ve Tanzimat ile başlayan ve Cumhuriyet ile hızlanarak artan “Batılışma” baskısının sonucu olan kültürel anlayıştan uzak durması gerektiğini söylüyor Refiğ. Sinemada ne o dönemde gözde olan “halkçı” (bu tanımlamayı Ulusal Sinema’nın kapsamına girecek anlamda bir halk sineması için kullanmıyor Refiğ ve batı sinemasının aksine bizde filmlerin yapımcının parası ile değil, filmi seyredeceği öngörülen seyirciden elde edilecek gelir düşünülerek kesilen bonolarla çekildiğini söyleyerek filmin finansmanını bu anlamda seyirci üstlendiği için bu ifadeyi kullandığını söylüyor) filmlerin ne de oldukça sert sözlerle eleştirdiği Sinematek çevresinin dikte etmeye çalıştığı “batı kopyası” denemelerin sinemamızın kurtuluşu olmayacağını öne sürüyor. Refiğ’in fikirlerini savunurken o dönemde sinemacılar ile Sinematek çevresi arasındaki sertlik dozu hayli yüksek polemiklerin izlerini taşıyan ifadeleri okuyanı biraz şaşırtabilir açıkçası; hakarete varan ifadeler var yazılarda, ve karşı taraftan da örnek verdiği bir yazı (bir Onat Kutlar yazısı bu) bu ifadelerin çift taraflı olduğunu gösteriyor. Hayranı olduğu Kemal Tahir’in romanlarına ve görüşlerine sık sık göndermelerde bulunuyor yazılarda ve giriştikleri Ulusal Sinema denemelerinin ne sağcı yöneticilerden ve halktan ne de aydınlardan destek bulabilmiş olmasının neden olduğu rahatsızlığı (veya öfkeyi) yansıtıyor cümlelerine.

Sinemamızın üretirken düşünen nadir isimlerinden biri Refiğ ve bir sanatçı olarak doğrularını dilediği gibi eserlerine yansıtamamış olması bugün geriye baktığımızda hayli üzücü kuşkusuz. Ulusal Sinema tezi veya daha genel olarak Türk toplumu üzerine görüşleri -her ne kadar Refiğ bu görüşlerini dile getirirken oldukça katı duruyor olsa da- eleştirilebilir veya barındırdığı kimi çelişkilere karşı tezler öne sürülebilir ama bu durum onun gerçek bir aydın sanatçı kimliğini taşıdığını söylemeye engel olmamalı kesinlikle. Sanatçı 1960 – 1965 arasında kendisinin de içinde bulunduğu kimi yönetmenlerin (Metin Erksan, Lütfü Akad vs.) çektiği “toplumsal gerçekçi” filmlerin halk tarafından kabul görmediğini ve aydınların olduğu çevrenin de bu filmleri yeterince “batılı” bulmadığı için beğenmediğini söylüyor.Bu örnek aslında onun da bir ikilemini ortaya koyuyor ki bu ikilemin bir çözümü var mıdır, emin değilim. Örneğin kendisinin “Haremde Dört Kadın” filminin batı hayranı aydınlar tarafından aşağılandığını söylüyor ama aynı filmin Antalya Festivali’nde sağcıların verdiği tepki yüzünden gösteriminin yarıda kesildiğini ve seyircinin vizyona girdiği zaman filme gitmediğini de yazıyor. Sinemanın halkın geleneklerinden, inançlarından, değerlerinden beslenmesi gerektiğini söylüyor Refiğ ama işte bunları düşünerek çektiği filmler dayanılması gerektiğini düşündüğü halktan hemen hiç destek görmüyor ve beğenilmiyor.

Tüm batılılaşma hareketlerinin ters teptiğini ve halk tarafından hep reddedildiğini yazıyor Refiğ ve 27 Mayıs’ın da temelinde batılılaşma hareketinin bir uzantısı olduğunu ve işte tam da bu nedenle 1965 seçimlerinde halkın kendisinden gördüğü Demirel’i iktidara getirdiğini söylüyor. Batı’nın bireyi öne çıkaran anlayışının terine Doğu’nun toplumu ön planda tuttuğunu iddia ediyor ve bu nedenle oradan gelecek sanat eserlerinin bizimki gibi toplumlar için bir örnek teşkil edemeyeceğini yazıyor. Bu bağlamda tiyatronun örneğin, hiçbir zaman halkın benimseyeceği bir sanat dalı olamayacağını belirtiyor. Burada, Refiğ’in Batı bireyciliğini eleştirirken kullandığı “gemisini kurtaran kaptandır” veya “her koyun kendi bacağından asılır” atasözlerinin bizim kültürümüzün parçası olmasının elbette bir çelişki yarattığını ve onun bu kadar katı çerçeveler içinde yazmasının çok da doğru olmadığını gösterdiğini ama yine de tezlerinin önemini bu çelişkilerin azaltmadığını da söyleyelim. Kuşkusuz sanatçının tezlerine özellikle de soldan pek çok itiraz gelmiştir ve gelecektir; örneğin Nazım Hikmet’i yeteneğini takdir etmesine rağmen “ömrünün sonuna kadar batılı bir sanatçı olarak kaldı” ifadesi ile tanımlaması epey karşı görüşü teşvik etmiştir zamanında.

1968 tarihli ve çıkarılması düşünülen sinema kanunu ile ilgili yazısında “Türkiye’ye getirilen yabancı filmlerin nitelik ve nicelik bakımından kontrol altına alınması” gibi fazlası ile sansürcü bir anlayışı savunan Refiğ’in kitabında “Hudutların Kanunu”, “Kızılırmak Karakoyun”, “Sevmek Zamanı”, “Ölmeyen Aşk”, “Sevmek Zamanı” ve “Umut” gibi Türk sinemasının klasiklerini Ulusal Sinema anlayışına göre değerlendiren yazılar var ve bu yazılardan “Umut” üzerine olanında Yılmaz Güney’i “arrivist” (amacına varmak için her yolu doğru gören kişi) olarak suçluyor. Bu örneğin de gösterdiği gibi polemiklere yol açan yazılar bunlar ve sadece Türk sineması üzerine düşünenler tarafından değil, Türk toplumunu Batılı ve Doğulu ikilemi arasındaki sıkışmışlığı üzerinden değerlendirmek isteyenlerce de okunmayı hak ediyor. Bu yazılardaki tezlerin ve karşı tezlerinin bugün tüm canlılığı ile hâlâ çatıştığını bilmek de kitabı çekici kılıyor kuşkusuz.

(Visited 506 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir