Where The River Runs Black – Christopher Cain (1986)

where-the-river-runs-black“Yıka onu, giydir ve saçını da kes!”

Amazon ormanlarında büyüyen bir vahşi çocuğun bir rahip tarafından “medeniyet”e götürüldükten sonra yaşadıklarının hikâyesi.

David Kendall’ın “Lazaro” adlı romanından uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryosu Neal Jimenez ve Peter Silverman tarafından yazılan filmin yönetmen koltuğunda oturan isim ise Christopher Cain. Tamamı Brezilya’da çekilen film bir “vahşi çocuk uygarlığa gelir” hikâyesi anlatıyor temel olarak. Bunu anlatırken biraz kafası karışıyor zaman zaman ve çoğunlukla da çocuklar/gençler için düşünülmüş bir hikâyenin büyükler de düşünülerek değiştirilmiş hâli gibi duruyor. Buna karşılık, yönetmen Cain’in uygun bir şekilde hafif dozda tuttuğu düşsel anlatımı, genç oyuncularının başarısı ve kolayca aşırı bir duygusallığın kollarına düşebilecek bir hikâyeyi bu tuzaktan kaçınarak anlatabilmesi ile ilgiyi hak eden bir film.

James Horner’ın hikâye için gereğinden fazla iddialı ve süslü görünen ama hikâyenin dram duygusunu kesinlikle zenginleştiren müziği eşliğinde anlatılan hikâye bir rahibin günah çıkarması ile açılıyor ve bu ayin sırasında on yıl önce başlayan hikâye de karşımıza gelmeye başlıyor. Bir bakıma film finali ile başlıyor denebilir bu açıdan ve neden olduğu anlaşılamayacak şekilde birkaç kez daha bize hitap eden anlatıcının da gereksiz katkısı ile ilerliyor film. Genç bir rahibi büyülü bir şekilde baştan çıkaran bir gizemli kadın, onların birlikte olmasının hemen ardından rahibin ölümü, bu birlikteliğin sonucu olan bebeğin doğumu ve annenin öldürülmesinden sonra çocuğun tek başına ormanda ve koruyucusu olan Amazon’daki yunuslar eşliğinde büyümesi ve daha sonra “kurtarılarak” şehire götürülünce yaşadıkları… Film tüm bunları anlatırken nehirdeki doğal yaşamın tarafında olduğunu belli ediyor ve aslında iki hayatın bir karşılaştırmasına da doğrudan pek girişmiyor. Bunun yerine doğa ve hayvanlar ile uyumlu bir yaşamı ve şehirdeki şiddet, sevgisizlik ve yozlaşma dolu bir hayatı karşılaştırmaya girişmeden, hatta seyirciye bu hissi de hiç vermeden getiriyor karşımıza. Bu tercih bir yandan klişe bir doğal ve doğal olmayanın zıtlığı yaklaşımından kurtarıyor bizi ama finaldeki tercihin etkisini de zayıflatıyor. Aslında bu nokta filmin bir parça kafasının karışık olmasının da sonucu: İkinci yarısının hemen tamamı bir intikam hikâyesi olarak geçiyor filmin ve önemli olsa da filmin asıl derdi ile pek ilgisi olmayan bu tema filmi bu yarıda daha çok ilk gençliklerini yaşayanlara yönelik bir hikâyeye dönüştürüyor. Bu da filmi zenginleştiren yarı-büyülü havanın bir parça gölgede kalmasına neden oluyor. Genel temposunun, filmin hitap eder gibi göründüğü yaş grubu için bir parça yavaş olması da doğru olmamış gibi duruyor.

Film durduğu tarafı tutarlı bir şekilde koruyor hikâye boyunca. Yaşlı rahip ile genç rahibin konuştuğu sahnede ikisinin farklı tercihleri ve kilisenin görevleri konusundaki anlaşmazlıklarından ormanda geçen sahnelerde başarılı ses kurgusunun da yardımı ile elde edilen büyülü havaya, çocuğun yunuslarla ilişkisinden şehirdeki yoz hayata, film doğal olanın yanında durduğunu sürekli olarak söylüyor bize. Bunu yaparken de insanın doğadan uzaklaştıkça ve doğayı tahrip ettikçe dünyanın kötü yönde değiştiğini söylüyor zarif bir şekilde anlatılmış hikâyesi ile. Yöreye okul ve hastane yapmak isteyen idealist genç rahibi canlandıran Peter Horton’un fiziksel özellikleri ile İsa’yı andırması; rahip ile ilişki yaşayan kadının bu ilişki öncesinde rahibin boynunda asılı olan haçı çıkarıp kendi boynuna asması; “baştan çıkmış” olan rahibin köyüne dönerken nehirde önce tuhaf sesler duyması, elini artık boynunda olmayan haça dokunmak istercesine boynuna getirmesi ve ardından adeta kaybettiği “bekâret”inin bedeli olarak hayatını kaybetmesi filme dinsel bir hava katıyor gibi görünüyor ama hikâyenin böyle bir derdi veya mesaj kaygısı yok kesinlikle. Aksine iki rahibin konuştukları sahnede olduğu gibi, film dinin değil, insanların; bir inancı dikte etmenin değil, sevginin ve dayanışmanın peşinde sürekli olarak ve bunu hiç dolandırmadan söylüyor bize.

Bir vahşi çocuk filmi gibi başladıktan sonra başka noktalara kayarak odağını dağıtan filmin Juan Ruiz-Anchia imzalı görüntüleri filmin çekicilik kaynaklarından biri. Hikâyesini sesini yükseltmeden anlatan filmin özellikle doğa sahnelerinde hayli başarılı/büyülü kareler getiriyor önümüze Anchia’nın çalışması ve nehir üzerinde önce tek tük damlalar halinde başlayan ve daha sonra sağanağa dönüşen yağmur sahnesinde olduğu gibi hayli etkileyici de oluyor bunlar. Benzer bir etkileyiciliğe altın madeninde çalışan binlerce işçinin görüntülediği sahne de sahip ki bu anlar aynı zamanda filmin “politik” olarak durduğu yeri de destekliyor. Çocuğu oynayan Alessandro Rabelo’nun (ki sadece bu filmden oluşuyor oyunculuk kariyeri) bakışlarını ve sessizliğini de özenle kullanan filmi bir yarım başarı olarak özetlemek mümkün. Ne anlatacağına karar verememiş olması sorunlarının en önemlisi ama yine de ilgiyi hak eden bir film bu.

(“Nehirler Siyah Akacak”)

(Visited 202 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir