You Only Live Twice – Lewis Gilbert (1967)

“Kendimi tanıtmama izin verin, James Bond. Ben, Ernst Stavro Blofeld. Bana Hong Kong’da bir suikastte öldürüldüğünüz söylenmişti”

ABD ile Sovyetler Birliği’ni birbirine düşürerek, dünyanın yeni bir gücün eline geçmesini sağlamaya çalışan gizemli bir örgüte karşı mücadele eden James Bond’un hikâyesi.

James Bond serisinin resmî olarak beşinci filmi olan çalışma Ian Fleming’in 1964 tarihli ve aynı adlı romanından uyarlanmış. Kitaptan epey uzaklaşan senaryoyu yazan Roald Dahl, yönetmenliği üstlenen ise ilk kez bir Bond filmi çeken Lewis Gilbert olmuş. Sean Connery de toplamda yedi kez canlandırdığı bu rolde beşinci kez kamera karşısına geçmiş bu film ile. Tüm seri içinde hikâyesi pek güçlü olmayanlar arasında yer alan film, gizemli Spectre örgütünün lideri Blofeld’in yüzünün ilk kez göründüğü çalışma olmanın yanısıra, Bond’un araba kullanmadığı tek çalışma olarak da biliniyor. Elbette takip sahneleri yer alıyor filmde sürücü Bond olmasa da ve aksiyon sahneleri de -hikâye çoğunlukla Japonya’da geçtiği için- ninjaları da içine alarak epey bolca karşımıza çıkıyor. Parçalanan uçaklar ve helikopterler de eksik olmuyor hikâye boyunca ve ilk resmî Bond filmi olan, 1962 tarihli “Dr. No”nun tüm bütçesini aşan bir maliyetle inşa edilen volkan da göz boyuyor, en azından dönemin koşulları dikkate alındığında. Japonya’nın “egzotik” görüntülerini de hikâyesine akıllıca yediren film kuşkusuz Bond hayranlarının mutlaka göreceği, diğerlerinin de hikâyesinin vasatlığına çok takılmadan izlemesi gereken bir çalışma. Sonuçta, Bond dünyayı bir kez daha kurtarıyor, en azından bir sonraki maceraya kadar.

Klasik bir Bond filmi tarzında açılıyor çalışma. Önce tehlikeyi anlatan kısa bir aksiyon bölümü ve ardından filme özel yazılan Bond şarkısı (tema müziğinin de sahibi olan John Barry’nin bestelediği şarkıyı Nancy Sinatra seslendiriyor) eşliğinde bize doğru ateş eden Bond’un görüntüsü. Maurice Binder’ın tasarladığı basit ama başarılı açılış jeneriği kırımızı ağırlıklı renkleri, sonradan nedenini anlayacağımız lav görüntüleri ve animasyon olarak Japonya’ya özgü motifleri (şemsiye vs.) ile bizi hikâyeye hazırlıyor. Jenerikten sonraki ilk sahnede Bond’un öldürülmesini izliyoruz. Neyse ki “insan sadece iki kez” olsa da birden fazla yaşama sahip! Filme çıkış noktası olan romanda Ian Fleming’in Bond‘a yazdırdığı bir “haiku”da insanın sadece iki kez yaşadığı söyleniyor; birincisi doğumda, ikincisi ise ölümle yüzleştiğinde (daha doğrusu ölümün yüzüne baktığında). İşte bu suikastten sonra Bond da ikinci yaşamına başlıyor olmalı ki bir film süresi boyunca onun dünyayı bir kez daha kurtarmasına tanık oluyoruz.

Hikâyenin o denli güçlü olmayan içeriğine karşın dikkati çeken iki öğesi var: İngilizlerin sağduyuyu temsil edecek şekilde Ruslarla Amerikalıların birbirine düşmesine engel olması ve bu iki devlettekilere karşılık Birleşik Krallığın yöneticilerinin ve istihbarat teşkilatının daha objektif ve akıllıca davranması. Sonuçta şaşırtıcı bir durum yok burada elbette ama yine de 1967’de çekilen bir filmin hikâyesinin kolayca sapabileceği bir yoldan (örneğin Rusları kötü göstermekten) özenle sakınması bir önem taşıyor kesinlikle. Bunun yanında baştaki suikast sahnesinin sürprizliği, Amerikalıların ön yargıları ile bol bol dalga geçilmesi ve seyircinin hoşuna gidecek ilginç Japonya görüntülerinin hikâyenin içine eğreti durmayacak şekilde, hatta ustaca denecek bir şekilde yerleştirilmesi gibi unsurları da başarı hanesine eklemek gerekiyor. Sumo güreşinden Japon usulü düğüne ve geyşalara, senaryo egzotik öğeleri mizahının veya hikâyesinin doğal bir parçası yapmayı iyi becermiş görünüyor.

Uzaydaki uzay araçlarını yutan uzay aracı, yutulan bu aracın ve içindekilerin sağ salim dünyaya getirilmesi, mıknatısla havalandırılıp denize bırakılan araba, patlayan helikopterler, volkanın içinde inşa edilen gizli dünya ve bu kez pek o kadar etkileyici olmayan “gadget”lar peş peşe karşımıza gelse de zaman zaman temponun bir parça düşmesi dikkat çekiyor filmde. “Q”nun tasarladığı gadget’lar (Bond’a özel tasarlanan ve bir silaha dönüşen alet edavat bunlar) burada hem çok etkileyici değil hem de minyatür helikopter örneğinde olduğu gibi fazlası ile açıklanıyorlar bize ve bir sonraki havada çatışma sahnesinde ister istemez “şimdi bu olacak” demeye başlıyorsunuz ki bu da sahnenin heyecanını zayıflatıyor doğal olarak. Diğer Bond filmlerinin aksine kahramanımızın farklı ülkeler arasında gezinmediği (sadece Hong Kong ve çoğunlukla da Japonya’da geçiyor hikâye) film, inandırıcılıkta Bond serisinin ortalamasının altında da kalıyor açıkçası ama ne olursa olsun bu bir Bond filmi. Blofeld rolündeki Donald Pleasance’ın keyifli bir performans sunduğu, Sean Connery’nin de karakterine hiç zorlanmadan sağladığı soğukkanlı çekicilik ile yine dikkat çektiği film görülmeyi hak ediyor, özet olarak.

(“İnsan İki Kere Yaşar”)

(Visited 184 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir