Şafak Bekçileri – Halit Refiğ (1963)

safak-bekcileri“Uçmanın benim için ne demek olduğunu bunca yıl anlatamadım size. Bunca yıldır hep aynı çekişme! Şu şehrin gürültü patırtısından, pisliğinden nefret ediyorum. Ancak göklere çıktığım zaman kendimi buluyorum, hür olduğumu hissediyorum”

Mesleğine tutkun bir havacı subayın bu tutkusu ile sevdiği kadının arasında kalmasının hikâyesi.

Halit Refiğ’in yazdığı (ek konuşmalar Sadık Şendil ve Bülent Oran’a ait) ve yönettiği, vizyona girdiğinde epey ilgi görmüş bir film. Hava Kuvvetleri’nin sıkı desteği ile çekilmiş ve kimi trajikomik sansür problemleri de yaşamış olan film bir parça kaba bir benzetme ile bir erken dönem “Top Gun”ı sayılabilir konusu nedeni ile. Dönemin dört önemli isminin (Göksel Arsoy, Ekrem Bora, Nilüfer Aydan ve Leyla Sayar) başrollerde yer aldığı film, bir yandan Halit Refiğ’in klasik Yeşilçam’dan farklılaşma çabalarının izini taşırken, diğer yandan aynı Yeşilçam’ın klişelerinden de bolca nasiplenmiş görünen ve Türkiye sinema tarihinde sonuçta kendisine yer bulmuş bir çalışma. Uçak çekimleri ile o dönem sinemamızda pek görmediğimiz kareleri karşımıza getiren filmin “politik” içeriği ise özellikle üzerinde durmaya değer ve filmi bugün görmeye değer kılan yanlarından biri de bu.

Otto Preminger’in “Exodus” filminden aynen alınmış (bir başka deyimle aşırılmış) ve Ernest Gold’un imzasını taşıyan müziğin eşlik ettiği jenerikle başlayan film bu açılıştan sonra da hikâye boyunca sık sık uçuş sahneleri getiriyor karşımıza ki gerek yerden gerek havadan yapılan bu çekimler o dönemin Yeşilçam’ı için radikal denebilecek düzeydeler kesinlikle (Göksel Arsoy’un uçtuğu sahnelerde arkasındaki bulut fonunun hiç değişmemesini ve hatta neredeyse yere indiği zaman bile arkasında hâlâ bulutların görünüyor olmasını bir kenara koyarak). Filmin asıl kahramanı üsteğmeni oynayan ve yapımcılığı da üstlenen Göksel Arsoy’un uçağı çakıldığında bu pahalı sahneyi çekemeyecekleri için olayın bir karakterin ağzından “uçak çakıldı” lâfı ile geçiştirilmesini ve daha sonra söndürülmekte olan bir enkaz görüntüsüne geçilmesini de Yeşilçam’ın “yaratıcı çözüm”ü olarak nitelemek gerekiyor dönemin koşulları içinde. Arsoy’un 2014 yılındaki bir röportajında “Şafak Bekçileri ile dünya sinemasına örnek olduklarını” söylemesi ve “Hollywood bile savaş uçağıyla aşk filmi çekileceğini 1986’da Top Gun‘la anladı” gibi bir cümle kurması elbette abartılı ama sonuçta filmin hikâyesi Hollywood anlayışının izlerini taşıyor: Erkekler arası espriler, kahramanlığı aşk ile bir arada götüren bir hikâye ve aksiyon ile romantizmin ele ele verdiği sahneler vs. filmi standart bir Amerikan filminin atmosferine taşıyor, Yeşilçam klişelerinden pek kurtulamamış olsa da. Belki de hikâye ve senaryo için varılabilecek en doğru yargı şu: İyi niyetli yola çıkılan ama hem verme kaygısına düştüğü mesajlarla dağılan hem de sinemamızın hastalıklarından -özellikle kimi hayli başarısız diyaloglarının gösterdiği gibi- kurtulamamış bir çalışma filmin metni. Subay üniformalı bir oyuncunun genç kızlarla öpüşmesi (Arsoy ile Leyla sayar tam altı kez ve pek de kısa olmayan sürelerle öpüşüyorlar filmde “cesur” ve bir “Türk subayına yakışmayacak” bir şekilde), subayların bazı sahnelerde argo konuşması, bir erin yine üniformasının içindeyken yaptığı şaklabanlıklar ve düşen jet sahneleri ile ölen bir subayın mezarı başında ağlayan başka bir subay (gençleri Hava Kuvvetleri’nden soğutur gerekçesi ile) filmin senaryo aşamasında ve çekimlerden sonra sansürle başının derde girmesine neden olmuş ve dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel’in araya girmesi ile gösterim izni alınabilmiş ancak. Bu da sinemamızın bir zamanlar nelerle uğraşmak zorunda kaldığını gösteren trajikomik örneklerden biri olarak geçmiş sanat tarihimize. Bugün biçim değiştirerek aslında yaşayan bir sansür bu elbette ama yine de o dönemlerin zorluğu bir başkaymış gerçekten de.

Nilüfer Aydan’ın havacı teğmen karakteri (ki hiç uçmuyor, hep yerde görev yapıyor) cesur bir tipleme olarak görünüyor ama gerek anaç karakteri ile tüm erkek subayların “sığındığı” bir karakter olması gerekse kendisinin ağzından dinlediğimiz “ileride iyi bir ev kadını olmaya meyilli tüm genç kızlar gibi” elinde hep bir moda dergisi taşıması (sadece onun değil diğer baş kadın karakterin de!) bu cesareti yerle bir ediyor film ne yazık ki. Üstelik kadının anaçlığının kahramanımızın önemli bir kararına gerekçe olması var ki senaryonun istemeden komik bir final yaratmasına neden oluyor. Bu kadını ve erkeği “doğru” konumlara oturtma tercihi bir yana senaryonun asıl üzerinde durulması gereken tarafı politik duruşu: Hikâye boyunca temel olarak seyrettiğimiz ordunun ve darbe ile gelen politik atmosferin güzellemesi ve bunda sadece Hava Kuvvetleri’nin çekimlere verdiği desteğin değil, ondan daha da önemli olarak 27 Mayıs darbesi ile ülkede oluşan (veya oluşturulan) atmosferin etkisi olsa gerek. Hikâye boyunca karşımıza gelenlerden birkaç örnek vermek gerekirse: İstanbul’da binilen bir vapurun adı Harbiye; kötü politikacı ve daha da kötü olan ağa karakterleri kesinlikle Demokrat Partili politikacıları ve partinin destekçisi Anadolulu ağaları işaret ediyor; politikacı şehiri (Eskişehir) harita üzerinde dört bölgeye ayırarak anlatırken bölgelerden üçünün onlarda (Demokrat Parti kastediliyor), merkezin ise orada yaşayan subay aileleri nedeni ile rakip partide (CHP kastediliyor) olduğunu söylüyor; öğretmen tiplemesi hayli kaba bir klişe ile Anadolu’yu aydınlatan aydın karakteri olarak çizilmiş (sorun ona yüklenen kimlik değil, bu yüklemenin çok kaba çizgilerle ve kötü diyaloglarla yapılmış olması); ordu ve aydın işbirliğini gösteren kimi sahneler (erlere gönüllü olarak okuma yazma öğreten sivil öğretmen, öğretmeni kendisini döven zengin ağanın adamlarının elinden subayların kurtarması); öğretmen bir sahnede aydınlanma üzerine konuşurken (kötü yazılan konuşma nedeni ile nutuk çekerken demek gerekiyor aslında) kameranın onu “yüceltmek” için alttan çekim yapması ve soluna Cemal Gürsel’in sağına Atatürk’ün fotoğraflarının yerleştirilmiş olması; subayın müstakbel kayınpederi olan ağaya “Konuşurken sesinizin tonunu iyi ayarlayın; karşınızda ırgatlarınızdan biri değil, Türk ordusunun subaylarından biri bulunmaktadır” diye çıkışması; finalde köylülerin adeta bir Sovyet propaganda filminden alınmışa benzeyen bir şekilde subayları alkışlaması; ikilemde kalan kahramanımızın yaptığı tercih; Leyla Sayar’ın aldığı radikal bir kararı bir Atatürk portresinin önüne geçerek anlatması vs. Daha pek çok örnek eklenebilir bunlara ama filmin mesaj kaygılarının nereye yönelik olduğunu anlatmak için yeterli olsa gerek tüm bu sıralananlar.

Filmin kaçırdığı veya üzerini örttükleri de var oysa ki: Örneğin filmdeki kadın subayın babası bir astsubay ve dolayısı ile kadın babasının üstü durumunda. Bu tuhaf durumu hiç yadırgamıyor ve bunu gayet doğal bir durummuş gibi sergiliyor film. Sabah işe girmek için birlikte evden çıkarken gördüğümüz bu ikiliden subay olanını hemen arkasından askerî bir servise binerken görüyoruz, elbette babasının subay olmadığı için binemeyeceği bir araç bu ve işte epey sinemasal malzeme barındıran bu garipliğin/saçmalığın üzerinde durulmuyor bile. Sami Hazinses’in filme hiç yakışmayan bir abartı ile karikatür gibi çizilmiş Doğulu cahil er tiplemesi, Göksel Arsoy’u bir oyuncu olarak zaman zaman zor duruma sokan kimi yapay diyaloglar, karakterlerin (asker, ağa, politikacı, aydın vs.) bir tezin unsurları olarak belirlenmiş olması, subayın nişan töreninde ailesinin olmamasının hiçbir açıklamasının verilmemesi ve bıçaklanan bir karakterin tam ölürken “beni Kerim vurdu” demesi komikliğini de senaryonun problemleri arasına katmak mümkün ek olarak.

Tüm bu problemlere rağmen filmi bugün görülmeye değer kılansa sadece gişe başarısı olmasa gerek. Peki nedir bunlar? Öncelikle hikâyenin her ne kadar hayli zayıflıklar içerse de bir tez üzerine kurulmuş olması geliyor. “Ulusal Sinema Kavgası” adlı kitabının da gösterdiği gibi tezleri olan, dertleri olan, ülkesi ve sinema üzerine hep düşünen, kavga eden bir isim Halit Refiğ ve burada yetersiz bir senaryo ile de olsa yine kimi meselelerin üzerine eğilmiş görünüyor. Bunu yaparken “teknik” öğeleri kullanımı da dikkat çekiyor. Sadece uçak çekimleri değil burada söz konusu olan, kimi kamera hareketleri ve bir sahnede karakterinin kıstırılmışlığını vurgulamak için onu yattığı karyolanın parmaklıkları arasından göstermesi gibi çerçevelemeleri; dört baş oyuncusunu birden hikâyesinin ana öğeleri arasında tutarak Yeşilçam’ın baş kadın ve baş erkek klişesinden tamamen olmasa da uzaklaşması; dönemindeki benzerlerine göre uzun tutulan süresi ile başı sonu belli ve dertleri olan bir hikâyeyi olgun bir mizansen ile anlatması; “Top Gun” benzetmesi bir yana ama klasik Amerikan sinemasının olgunluğundan izler taşıması gibi unsurlar filme değer katmış kesinlikle. Çekimlerin -her ne kadar onu küçük bir rolde oynatma fırsatı bir talihsizlik sonucu kaçmış olsa bile- yönetmenin o sırada askerliğini yapmakta olan Fahrettin Cüreklibatur (Cüneyt Arkın!) ile tanışmasına vesile olmasını da filmin artıları arasına katabiliriz elbette! Göksel Arsoy, Ekrem Bora, Nilüfer Aydan ve yapay bir “femme fatale” değil de bir karakter olma şansı tanınarak hakkı ödenen Leyla Sayar’ın üzerlerine düşeni yaptığı film bir Türk sineması klasiği olarak izlenmeyi hak eden bir çalışma.

(Visited 833 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir